|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
'Ben Robot' filminde kontrolden çıkan robotlar güya dünyayı tehdit ediyorlarmış. Robotlara gerek yok. Medyanın katkısıyla klasik hiçbir değere önem vermeyen dünyamız, zaten robotlaşmış çetelerin tehdidi altında değil mi? Bush çetesi, Şaron çetesi, El Kaide çetesi... Bilim ve Sanat Vakfı'nın "Klasikler" sempozyumu cuma günü başladı. Yeni Şafak dahil hiçbir gazetenin kültür sayfası sempozyuma ilgi göstermedi. Buna ve sıkı yağmura rağmen koca CRR salonu doluya yakındı. Gazetelerin o günkü kültür sayfaları 'Ben Robot' filmine ayrılmıştı. Kontrolden çıkan robotlar güya dünyanın geleceğini tehdit ediyorlarmış. Oysa robotlara gerek yok. Medyanın katkısıyla klasik hiçbir değere önem vermeyen dünyamız, zaten robotlaşmış çetelerin tehdidi altında değil mi? Bush çetesi, Şaron çetesi, El Kaide çetesi. Açılış oturumunda beş muhteşem tebliğ sunuldu. Heidegger-Gadamer çizgisini sürdüren dünyaca ünlü siyaset felsefecisi Fred Dallmayr, "Karanlık bir çağdayız; bugünün temel meselesi haksız otoriteye hakkı tebliğ etmektir. Klasikler bu tebliğin muhteva ve formu hakkında önümüzü aydınlatan fenerlerdir" diyordu. Başta İsrail'in Filistin'deki haksız uygulamaları olmak üzere, dünya üzerindeki devlet terörleri hususunda hem bilgili hem ilgili bir uluslararası ilişkiler teorisyeni olan Richard Falk, "uluslararası siyasetin incelenmesinde güdülecek amacın, devletlerin yıkıcı eğilimlerine direnmek olması gerektiğini" belirtiyordu. Bekir Karlığa düşünce ve bilimin kültürler arasında dolaştığını, mesela Yunan felsefesinin fitilini ateşleyen Pisagor'un tam 20 yıl Mısır'da kaldığını, oradaki rahiplerin üç ayrı dildeki eserlerini inceleyip öğrendiğini ve bunu Yunanistan'a taşıyarak filozofi (hikmet aşkı) disiplinini başlattığını dile getirdi. Yunan felsefesinin ikinci kaynağının semavî dinler olduğunu belirten Karlığa, İbrahimî geleneğin Empedokles üzerinden Yunan'a ulaştığını; İslam çağında ise bu hikmetin bu sefer Arapça'ya tercüme edildiğini söyledi. İbn Sina'nın "bedenlerin sağlığı için" kaleme aldığı Kanun ile, "zihinlerin sağlığı için" kaleme aldığı Şifa başlıklı eserlerinin 17. yüzyıla kadar Avrupalı düşünürlerin zihin haritalarını oluşturduğunu dile getirdi. Klasiklerin dar anlamda Yunan klasisizmi olarak öne sürüldüğünü belirten değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, bunun bir yutturmaca olduğunu; idealleştirilmiş Yunan" figürlerin felsefî veya estetik bağlamda hiçbir biçimde evrensel değer taşımadıklarını, bunları dayatmanın bir tür oryantalizm olduğunu dile getirdi. Klasiklerin medeniyetlerarası etkileşimdeki rolünü ele alan Ahmet Davutoğlu ise şu ilginç ve öğretici örneği verdi: "Yıllar önce uluslararası bir üniversitede siyasi düşünce dersi vermem icap etti. Batı dünyasında ve Türk üniversitelerinde yaygın biçimde okutulan bir siyasi düşünce tarihi kitabını okutmaya karar verdim. Fakat daha ilk derste muazzam bir çelişkiyle yüz yüze kaldım. Sınıfta beş kıtadan ve bir düzineden fazla ülkeden öğrenciler vardı. Okutmak istediğim kitap eski Yunan'dan başlayıp Roma'ya, oradan hemen Ortaçağ Avrupa'sına, oradan da 17. yüzyıl Avrupa'sına atlıyor ve günümüze geliyordu. Ne geçmişte ne modern dönemde dünya siyaset düşüncesine katkıda bulunmuş bir Çinli, Hintli, İranlı, Arap, Afrikalı, Türk, Latin Amerikalı yoktu. Sınıftaki Çinli ve diğer öğrencilere aşağı yukarı şöyle demiş oluyordum: Siz tarihte yoksunuz! Atalarınızla beraber, siz bir hiçsiniz!" Davutoğlu'nun tebliğini özetlememe imkân yok. Fakat hafızamızdan silinmeyen bir sözü şu oldu: "Bugün Batılı akademisyenleri gözümüzde büyütmeyelim. Elbette birçoğumuzdan daha hazırlıklı gözüküyorlar. Fakat adeta programlanmış gibiler. Çocuk yaşlardan itibaren hangi kitapları nasıl okumaları gerektiği önceden belirlenmiştir. Bizim yolumuz daha sarp, fakat daha heyecan verici ve yaratıcılığa daha yatkındır." Üçüncü yüzleşme evresindeyiz Sempozyumun açılışında yaptığım konuşmayı kısaltarak sunuyorum. Aslında başlıkta 'Uluslararası' yerine 'Medeniyetlerarası' sıfatı daha uygun düşerdi. Ulus kavramı, birkaç yüz yıllık serüvenini tamamlamışa benziyor. Dünya Sistemimizin merkezinde uluslar yerlerini ulus-üstü yapılara bırakırken, çevre bölgelerde yukarı ve aşağı doğru arayışlar hummalı bir biçimde devam ediyor. Afganistan'dan Irak'a kadar Batı Asya'daki gelişmelerin ve Türkiye'nin kırk yıllık AB serüveninin kritik bir noktaya gelmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Avrupa ya kendi minnacık kıtasına hapsolup Amerikan militarizmini protesto ile gün sayacak, ya gerçek bir düşünsel/politik dönüşüm yaşayıp Türkiye ve Rusya üzerinden Asya'ya uzanacaktır. Türkiye ya Asya derinliğine doğru jeokültürel bütünleşme yaşayıp zinde bir zihin ve ruhla Avrupa'ya girecek; ya da Avrupa'ya doğru küçülerek yaşlı Beyaz Adam'ın yeniden Asya'ya geçişinin asma köprüsü olacaktır. Belki bunların ikisi de olmayacak, minnacık dünyamız nükleler silahlara sahip muhteris çetelerin meydan kavgasında kozmik yaşamını tamamlayıp bir kenara çekilecektir. İşte böyle bir uğrakta, medyada bütün ilgi Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ve siyasî ilişkilere yoğunlaşmışken, KLASİKLER meselesine el koyuyoruz. Bilim ve toplumbilim klasikleri, felsefe klasikleri, ilahiyat klasikleri, sanat ve edebiyat klasikleri... İnanıyoruz ki, insanlığın kurtuluş reçetesi, klasik kitapların sayfalarında, klasik yapıların sütunlarında, klasik musikinin nağmelerindedir. Sadece Türk toplumu olarak değil, bütün Müslüman toplumlar olarak tarihteki üçüncü büyük yüzleşmeyi yaşıyoruz. 1. Birinci yüzleşme bundan 1200-1300 yıl kadar önce, klasik Yunan ve İran medeniyetleriyle yüzleşmemizdi. İslam toplumu evrilirken, iki köklü düşünce, sanat ve yönetim geleneğiyle karşı karşıya geldi. Bu yüzleşmeden, insanlık tarihinde kendine özgü, farklı bir düşünür tipi olan ALİM çıktı. Asya medeniyetleri daha önce şaman, brahman, mandarin gibi özgün tipler üretmişti. Yunan medeniyetinin bu bağlamda katkısı filozof oldu. Judeo-Hrıstiyan geleneği bizi haham (rabbi) ve rahiple tanıştırdı. Alim bütün bunlardan farklı olarak, Müslüman bireyin hem ontolojik güvenliğini sağlayan; hem de ona örgütlü siyasî toplum (devlet) karşısında özgürlük alanı açan, mücadeleci-düşünürdür. 2. İkinci yüzleşme, yükselen Batı medeniyeti ile, siyasî bir dille söylersek, emperyalizm ile yüzleşmemiz oldu. Alim pür edeb geri çekilip yerini münevvere bıraktı. Münevver, yani tenvir edilen, aydınlanan. Işığı kendi dışından gelen; kendi dışından, yani Avrupa'dan. Kant, Aydınlanmayı "kişinin, kendi cesaretsizliği yüzünden yol açtığı bir sabavet (çocukluk, rüşdüne ermeme!) durumundan kurtuluş" olarak tanımlıyor ve "Sapere aude!" diye haykırıyordu: Aklını kullanmaya cür'et et! Münevver, kendi aklını değil, Avrupalının yani bir başkasının, kendinden üstün gördüğü bir insanın aklını kullanmayı aydınlanma sandı. Avrupa klasiklerine yaklaşımı hep bu çerçevede ve bu psikoloji içinde oldu. Avrupa akıl deposuydu, ışık kaynağıydı. Ne yapıp edip, bu aydınlık hazineyi ülkemize taşımalıydık! 3. Şimdi üçüncü yüzleşme evresindeyiz. Avrupa ve topyekün Batı medeniyeti derin bir kriz içindedir. Endüstriyel-teknolojik devrimler ne bireyi özgürleştirdi; ne toplumların güvenliğini sağladı. İnsanlık tarihinin en yıkıcı savaşları 20. yüzyılda gerçekleşti. 21. yüzyıl ise Büyük Nükleer Terör korkusuyla başladı. İnsanlık, tarihte ilk defa olarak topyekün yok olma tehdidiyle yüz yüzedir. Bunu gerçekleştiren Avrupa aklına ne Avrupa'da, ne de Avrupa dışında güven kaldı. Modern medeniyet bütünüyle bir intiharın eşiğindedir.
KLASİKLER İNTİHAR İLACIDIR
Adına ister aydın, ister alim, ister filozof diyelim; ister onun için yeni bir kelime icat edelim, çağdaş düşünürün ilk görevi KELİMELERE ŞİFA VERMEK olmalıdır. Güvenli bir toplum için, güvenilir bir dile muhtacız. Serbest Piyasa Ekonomisi diyoruz, 500 şirket dünya üretiminin üçte birini gerçekleştiriyor. Demokrasi diyoruz, dünya nüfusunun onda sekizi diktatöryel rejimler altında yaşıyor; onda ikisi ise medyatik manipülasyona maruz. Sivil Toplum diyoruz, bunların hiçbiri klasik cemaat yapılarının güç ve sağlamlığına sahip değil; bir kısmı ekonomik tekellerle ve devletlerle işbirliği içinde. İnsan Hakları diyoruz, bunlarla sadece dünya nüfusunun onda birini oluşturan Avro-Amerikalı beyaz insanların haklarını kasdediyoruz. Bilim ve Sanat Vakfı'nın KLASİKLER meselesini yeniden gündeme getirmesi bu bakımdan sıradan bir entelektüel tecessüs değil, varoluş sancısı çeken bir topluluğun şifa arayışıdır. Elbette insan zihni açık uçludur ve her şeyin çaresi geçmişte değildir. Ancak, insan türünün insanca yaşamaya ilişkin geçmişte cevabını bulamadığı her hangi bir meselenin gelecekte cevabını bulabileceği de şüphelidir. Akıl ile Gelenek (= Bizden öncekilerin aklı) bu yolda el ele vermek zorundadır. Hiçbir doğru, sadece bizim şu anki akıl yürütmemizin eseri olamaz. Hiçbir güzel, sadece şu anki estetik anlayışımızdan çıkarılamaz. Doğru ve Güzel, izi sürülebilen değerlerdir. İzi sürülebilen ve geliştirilebilir süreçler. KLASİKLER, bu sürecin solmayan çiçekleridir. İster mimarîde ister felsefede olsun, klasik bir eserin temel kriterleri vardır: a. Felsefî yahut düşünsel derinlik.
Konuşmamı bir mesel ile bağlamak istiyorum. Değerli ilim ve fikir adamı Mehmet Akif Aydın geçenlerde ailece bir umre ziyareti yaptı. Medine'ye vardıklarında, 10 yaşındaki oğlu Bilgehan -deyim yerindeyse- huysuzlanır. "Ben bu şehri hiç sevmedim; gidelim buradan!" demeye başlar. Herkes şaşkınlık içindedir. "Oğlum, burası Peygamber Efendimiz'in ve ashabının yaşadığı şehir; biz de onları ziyarete geldik. Medine'ye, Mekke'ye gitmeyi en çok isteyen sen değil miydin?" Çocuğun cevabı, büyüklerin kavrayış gücünü zorlayacak niteliktedir: "Ben Çağrı filminin Medine'sini istiyorum!" Evet, 100'ün üzerinde değerli ilim adamıyla üç gün boyunca Çağrı filminin Medine'sini, Platon'un Atina'sını, Sinan'ın İstanbul ve Edirne'sini arayacağız. Bu arayışın bize ve insanlığa şifa olmasını diliyorum.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |