T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 3 ARALIK 2005 CUMARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  Hayat
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


TEHLİKELİ BİR SÜREÇ...

Batılılar, tarih boyunca, başka kültürlerle, dinlerle ve medeniyetlerle nasıl barış, adalet ve hakkaniyet düzeni ve düzeneği içinde yaşabileceklerinin ve yaşanabileceğinin formülünü bulabilmiş değiller. Oysa, Avrupa tarihinin, İslâm medeniyetinin hâkim olduğu zaman dilimlerine ve güzide örneklerine, mesela Endülüs ve Osmanlı tecrübelerine bakabilseler, bakmasını bilseler, bakabilme cesaretini bulabilseler, bunun formülünü bulabilecekler.

Batılıların, kendileri dışındaki coğrafyalara „demokrasi, insan hakları, özgürlükler" gibi retoriksel (içi boş) solaganlarla çeki düzen vermeye kalkışmaları, dünya üzerinde kurdukları küresel hâkimiyetin ve tahakkümün ömrünü uzatma; İslâm'ın bu formülü yaklaşık 1000 küsur yıl, nasıl başarıyla uyguladığını gizleme; dolayısıyla, İslâm tarihinin ilk 50 yıllık tarihinde olduğu gibi, bugün küresel ölçekte büyük bunalımların yaşandığı bir zaman diliminde dünyanın, özellikle de büyük felsefî kriz yaşayan medenî dünyanın Müslümanlaşma imkân ve ihtimalini yok etme çabasından başka bir amaca hizmet etmiyor. Artık bu anlaşıldı. Bugün, düşünce gündemimize, tehikeli ve ürkütücü küresel bir sürece dikkatlerimizi çeken bir sorunu alıyoruz: İslâm'ı ve müslümanları şeytanlaştırma hastalığının, haçlı ruhunu, ırkçılık belasını yeniden hortlatarak, Müslümanları dalga dalga yeni bir holokost'un (soykırım'ın) adresi hâline nasıl getirdiğini gözler önüne seren, İslâm dünyasının en çalışkan, en üretken ve en tanınan yazar ve fikir adamlarından biri olan Ziyaüddin Serdar'ın İngiltere'nin en saygın haftalık haber, yorum ve fikir dergilerinden New Statesman and Society'nin 5 Aralık tarihli nüshasında yayımlanan nefis, nefis olduğu kadar düşündürücü bir yazısıyla.
(YUSUF KAPLAN)


YENİ HOLOKOST: Müslümanlara karşı

Dortmund Üniversitesi profesörlerinden Richter: "En büyük korkum, dün Yahudilere yaptığımız kötülükleri şu ân Müslümanlara karşı yaptığımız gerçeğidir. Yeni holokost (soykırım), Müslümanlara karşı yapılacak bu kez"diyor

  • ZİYAÜDDİN SERDAR *
    Gerçekten dondurucu bir gece ve Dortmund'un şehir merkezi bomboş. Taksi şoförümüz, "burada akşam, saat 10'da biter; her yer kapanır" diyor. Gecenin bu saatinde bir şeyler atıştıracak bir yer bulmak kolay değil. Sonunda bizi bir restoran'a bırakıyor. Tam postmodern bir havanın sindiği restoran'da sadece bir çift, bir köşede oturuyor. Biz de hemen yanıbaşlarındaki bir masaya ilişiveriyoruz ve yemeklerimizi ısmarlıyoruz. Almanya'nın Dortmund şehri, Kuzey Avrupa'nın sanayisinin kalbinde çıktığım bu yolculukta uğradığım ilk şehir: Londra'daki saldırılardan ve Fransa'daki başkaldırılardan sonra bir ânda Avrupa kıtasının çoğuna sıçrayan ve hızla yayılan ırkçı ayırımcılığın ve bölünmenin, korku ve nefretin boyutlarını görmek istiyorum. Yemekten sonra çiftle tanışıyoruz: Christoph Simmons, bir sigorta şirketinde çelışıyor, 40 yaşlarında. Kız arkadaşı Baneta Lisiecka ise bir Polonya göçmeni. Bizi, "yeşil metropol"llerinde, akşamı birlikte geçirmek için davet ediyorlar. Christoph'un spor arabasıyla "Dortmund'da sabah altı'ya kadar açık tek pub" olan Limette'ye gidiyoruz. Christoph, "Dortmund, küresel ekonomiye entegre olmuş çok-kültürlü bir şehir" diyor. Ve ekliyor: "Bu eski maden şehrinde şimdi yüksek tekonoloji tam bir patlama yaşıyor. Farklı ülkelerden gelen göçmenler, buraya çok iyi engre olmuş vaziyetteler. İtalyanlar, Yunanlar, İspanyollar, Polonyalılar Almanlarla tam bir uyum içinde yaşıyorlar. Burada tek problem, Türkler. Onlar, entegre olmuyorlar." Kız arkadaşı Baneta, Türklerin çoğunun kriminal olduğunu ve onlardan korktuğunu sölüyor. Christoph, hemen araya giriyor ve "Türkler, çok muhafazakârlar. Kadınları, başörtü takıyor. Kur'an, onlara, Hıristiyanları öldürmelerini emrediyor" diyor. Christoph'a, "hiç Türklerle tanıştınız mı, birlikte oldunuz mu?" diye soruyorum. "Hayır" diyor ve ekliyor: "Ama onlar yanızca kendi aralarında, birlikte yaşarlar. Hiç bir zaman pub'a gelmezler."

    Daha sonra Dortmund'da dolaşmaya başlıyorum. Bu ırkçı tavırların yalnızca Türklere karşı geliştirilmediğini gözlemliyorum. Dortmund'da Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölgede, Orhan Nargile Cafe'den içeri giriyorum ve Almanya'da doğan Suniye Özdemir'le tanışıyorum. Bu dul kadın, belli ki çok dolmuş; hemen konuşmaya başlıyor: "Almanlar, bizden niçin nefret ediyorlar, anlamıyorum. Türklerden niçin korkuyorlar? Belki de bizi kıskanıyorlar. İşlerini ellerinden aldığımız için bizden hoşlanmıyorlar." Suniye, beni, Helmholtz Grammar School'da okuyan, yaşları 16-18 arasında değişen bir grup kız öğrenciyle tanıştırıyor. Özgüveni olan, olgun ve iyi İngilizce konuşan kızlar bunlar. Meslek sahibi olmak ve hayatta bir şeyleri başarmak istediklerini söylüyorlar. Başörtüsü takan Gülsüm, okulda öğretmenlerinin, otobüste ve sokakta insanların ırkçı tacizlerine maruz kaldıklarını, ırkçılığın her yere sirayet ettiğini söylüyor. Gülsüm'ün başörtüsü takmayan kız arkadaşı ise, "biz Almanya'da doğduk ve Alman'ız. Kendimizi türlü tacizlerden ve saldırılardan korumak için kenetliyor ve mecburen kendi aramızda, biz bize yaşıyoruz burada."

    Almanya'dan Hollanda'ya, Belçika'dan şu ân bütün dikkatlerin üzerine yoğunlaştığı Fransa'ya kadar karşılaştığım hemen herkesin Müslümanları "kara derili" diye tarif ettiklerini gözlemledim. Vardığım sonuç şu: İslamofobi, sadece bir İngiliz hastalığı değil. Farklı tezahürleri olsa da, Avrupa'nın her yerinde yaygınlaşan ortak bir sorun. Avrupa liberalizminin çatırdamasına yol açan koca bir kaya parçası. Avrupa'nın her ülkesinde göçmenlere karşı aynı hasmane tavırların köksalması, bu ülkelerin sömürgecilik tarihlerinin kaçınılmaz bir zuhuratı ve vukuatı. Almanya, milliyetçilikle ve sömürgecilikle geç tanıştı ama her iki alanda da çok kötü bir sicili var. 1880'lerde bir ulus ve güç olarak önemini ispatlamak için sömürgelerine kısa bir süre de olsa çok kötü ve zalimce davrandı Almanya. Ancak Almanya'daki etnik sorunların ve ırkçılığın kökleri, biraz daha derinlerde, Almanya'nın tarihinde ve kültürel psişesinde gizli. Bugün Almanya'yı oluşturan eyaletler, Şarlman'ın Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Kutsal Roma İmparatorluğu, kuşatmalarla, zor kullanarak ve İslâm medeniyeti tehdidine tepki olarak birleşebilmiş ve kurulabilmişti. Almanlar, Haçlıları büyük coşkuyla karşılamışlar ve bağırlarına basmışlardı: Haçlı ruhu, Alman kimliğinin ve bütünlüğünün oluşmasında büyük rol oynamıştı. Bugün Almanya'da Türklere karşı duyulan öfke ve nefretin, biraz liberal bir dille de olsa, aynı haçlı ruhuyla dile getirildiğini ve hortlatıldığını gözlemledim.

    NAZİ IRKÇILIĞININ İZLERİ

    Almanya'nın mevcut etnik-azınlık nüfusu, savaş zamanında Türkiye'yle yapılan ittifakın bir mirası. Gastarbeiter (misafir işçi) politikası çerçevesinde savaş sırasında harabu turab olan Almanya'nın yeniden inşasında Türklerin kitleler hâlinde Almanya'ya getirilmesi çok iyi bir şeydi Almanlar için; ama Alman pasaportu ve milliyeti verilebilecek kadar iyi bir şey değildi bu. O yüzden, Türkler, Almanya'da Alman toplumunun dışında, çeperlerinde yaşamaya mahkûm edildiler.

    Aslında bu, "ırkî arınma"nın bir başka şekilde devam ettirilmesinde başka bir şey değildi tabii ki. Şimdi, Türklere ulusal kimlik kartı verilmesinin ve Almanya'nın liberalleşmesinin gerisinde yatan şey, Nazi Almanyasının "ırkî arınma" nosyonunu yansıtan "tek Alman milleti" anlayışı mı acaba? Bu soruya, Dortmunt Ünivesitesi'nin ekonomi profesörlerinden Wolfram Richter, "korkarım ki, evet" diye cevap veriyor. Profesör Richter, "Almanların Türklerden nefret etmesinin pek çok nedeni var" diyor. Ve bunları çarpıcı bir dille şöyle açıklıyor: "Türklerin Türk marketlerden alış-veriş yapmaları gibi sosyal faktörler; Türk kadınların başörtüsü takmaları gibi kültürel faktörler; yaşlı kuşakların Almanca konuşamamaları gibi dil sorunları, Almanların Türklerden nefret etmelerine yol açan temel nedenler. Türkler, burada Almanya'ya, Alman kültürüne yabancı bir topluluk olarak görülüyorlar. Tabiî bir de 'Anadolu gelini sendromu' var: Almanya'daki Türkler evlenmek için Anadolu'ya gidiyorlar ve orada evlenip, eşlerini de Almanya'ya getiriyorlar. Ama Almanların Türklerden nefret etmelerinin ve iğrenmelerinin en temel nedeni, o bildiğimiz eski-tip ürkütücü ırıkçılık biçimi. Korkarım ki, tarihten almamız gereken dersi yeteri kadar alamadık biz. En büyük korkum, dün Yahudilere yaptığımız kötülükleri ve iğrençlikleri, şu ân Müslümanlara karşı yaptığımız gerçeğidir. Yeni holokost (soykırım), Müslümanlara karşı yapılacak bu kez." Alman sınırından Hollanda'nın içlerine, genç bir nüfusa sahip, canlı bir kültür şehri olan Eindhoven'a doğru rotamızı çeviriyoruz. Müslümanlara duyulan öfke ve nefretin burada da çok belirgin olduğu gözleniyor. Üstelik Eindhoven'da topu topu sadece 5 bin kişiden oluşan çok az bir Müslüman nüfus var ve hemen hepsi, kentin Woensel bölgesinde, gözden uzak, gizlenmiş bir vaziyette hayatlarını sürdürmeye çalşıyor.

    Bir taksiye atlayıp oraya doğru yol alıyorum. Taksi şoförü, bayan ve bir hayli çenebaz biri: "Bu bölge çok tehlikeli bir bölge. Sizi öldürebilirler. Kelleniz koltukta dolaşacağınızı peşinen söyleyeyim size" diyor bana. Üstelik erkek arkadaşı Fas kökenliymiş; dahası, erkek arkadaşının fotoğrafı, cep telefonunun ekranındaymış! Bu kadar yakın olmasına rağmen "Faslıların çoğu pis insanlar; kriminal tipler. Ülkemizi mahfediyorlar" diyor. Bayan şoförümüz, bizi, seks-shop'ların yoğun olduğu "kırmızı bölge"nin hemen yanıbaşındaki Fas kökenlilere ait bir bar'ın önünde indiriyor. Safrak Bar & Cafe'den içeri giriyoruz: Sigara dumanı her tarafı kaplamış; göz gözü görmüyor. Bar'ın bir köşesinde yaşlı bir grup domino ve kâğıt oynuyor. Bize ismini vermek istemeyen, bar'ın uzun boylu, agresif görünümlü Fas kökenli sahibi, "Hollandalılar bize saygılı davranmıyorlar. Çok kaba ve kötü davranıyorlar. Bizim kendilerinden ayrı olduğumuzu düşünüyorlar. Ne yapalım; ayrıysak ayrıyız" diyor.

    Hollandalıların Müslümanları "kendilerinden farklı ve ayrı bir güruh" olarak görmeleri, onlardan nefret etmeleri, hiç de şaşırtıcı değil. Hollanda'nın, İngiltere kadar uzun ama gerçekten barbar, zulüm, kan ve katliam dolu bir sömürgecilik tarihi var:

    Hollanda'nın bu sevimsiz sömürgecilik tarihindeki başköşeyi işgal eden parıltılı tacın incisi, şu ân dünyada en büyük müslüman nüfusa sahip olan Endonezya'ydı. Açe bölgesinde yaşanan uzun İslâmî başkaldırı, sömürgeci Hollanda'nın Açe halkına karşı yürüttüğü uzun savaşın bir mirasıdır: Hollandalı sömürgecilerin hiçbir zaman kazanamadıkları ama sona da erdirmedikleri kanlı bir savaş bu. Hollandalıların burada uyguladıkları o berbat kölelik sistemi ve insanları köle gibi zorla tarlalarda çalıştırmaları, sömürgeci efendilerle sömürülen yerli halkı daha başından birbirinden ayırmış ve nefret tohumları ekmişti. Hollandalılar, tahakküm kurdukları sömürgeleştirilen halkları öteki olarak konumlamakta, kendilerinden ayırmakta ve her bakımdan bu halkları kendilerine bağımlı kılarak boyundurukları altına almakta bir hayli mâhirdiler.

    LİBERALİZM DE IRKÇI

    Sonra... Eindhoven'ın bir başka bölgesine geçiyoruz... 30'lu yaşlarda, enformayon teknolojisi danışmanlığı yapan Cemal Tushi isimli biriyle görüşüyoruz. "Bize, hâlâ sömürgelerindeki köle-tebaalar gibi davranıyor Holandalılar" diyor ve ekliyor: "Hollandalılara göre hepimiz, bütün Müslümanlar, terörist." Cemal Tushi, Eindhoven'da doğan, Eindhoven'da büyüyen ve yaşayan, doğal olarak mükemmel Holandaca konuşan, eğitimli ve birikimli biri; ama iş bulmakta zorluk çeken, çalıştığı işe ise gönülsüz, ite kaka giden Fas-kökenli bir Hollandalı. "Ne kadar birikimli ve doanımlı olursanız olun, genç bir Faslıysanız, iş bulma umudunuz hayaldir." diyor. Öyle anlaşılıyor ki, iş-görüşmelerinde, gündelik ilişkilerde o dillere destan, öve öve bitirlemeyen Hollanda liberalizmi bir ânda buharlaşıveriyor. Yine Cemal Tushi'ye kulak kabartalım: "Özellikle iş görüşmelerinde, sizin ne türden bir Müslüman olduğunuzu soruyorlar. 'Namaz kılıyor musun? Camiye gidiyor musun?' diye soruyorlar. Cevabınız evet'se, yandınız, dolayısıyla işiniz yaş demektir."Demek ki, o dillere destan Hollanda liberalizmi ve hoşgörüsü, sadece Hollandalılar için, özellikle de fahişeler ve uyuşturucu bağımlıları için geçerli; ama Müslüman göçmenler için geçerli değil.
    (* New Statesman and Society yazarı )

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi