T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 23 ARALIK 2005 CUMA | ||
|
Çoğulcu bir toplum, katılımcı bir siyaset, rekabetçi bir ekonomi, doygun bir özgürlükler rejimi... Onların kuşatacağı ama aynı zamanda toplumun taleplerini izleyecek bir değişim ve bu değişimden doğacak refah ve istikrar... Kim istemez bunları? Ne var ki bugün bunların birçoğunun uzağındayız... Tablo karışık: Bunca reform, siyasetin bunca dirilme çabası sonrasında bile "sorumsuz ama yetkili" kimi kurum ve aktörlerin siyasete yönelik bitmek bilmez manevralarını görüyoruz. Öylesine ki siyasi aktör ve siyasi iktidar devlet içinde sıkça yalnızlığa mahkum oluyor. Bırakın koordinasyon, denetim kabiliyetini, öyle anlar geliyor ki çevresinde olup bitenle ilgili "doğru" bilgiye ulaşmak olanaklarından bile mahrum kalıyor... Bu siyaset, hâlâ birçok konuda "yetkisiz bir sorumlu"... Öte yanda siyasete ihtiyaç duyduğu oranda ve her kriz noktasında siyaseti dışlayan, devleti siyasetin yerine koyan, "devlet merkezli düşünme"ye koşullanan bir kamuoyu iklimi var... AB süreci, olumlu yanları yanında, ifade özgürlüğü, Kürt meselesi, Ermeni tartışması gibi konular üzerinden özgürlüğü ve bağımsızlığı bireylere değil, sadece devlete ait sanan bir zihniyetin hortlamasına tanıklık etti. Daha ötede İslami kesimden etnik talep sahiplerine, soldan sağa, hemen her kesimi susturulmuş, temsilden azade tutulmuş ve "marjinalize edilmiş bir toplum" görünüyor. Beride ise türlü uygulama ve müdahalelerle her geçen gün biraz daha "kaotikleşen bir devlet" işleyişi... Hepsi bundan ibaret değil üstelik; bir de sonuçlar var. İlk sonuç; asli tartışma ve çatışmaların askeri bürokrasi-siyaset, siyasiler arası, siyaset-basın gibi cephelerle devlet içine hapsolmasıdır. Ve her çatışmanın "fiili durumları", "hukuksuzluğu" tahrik eden araçlar üretmesidir. İkincisi; ülkede değişimciliğin "toplumu, siyaseti, hatta insanı dışlayan devlet merkezli bir liberalizm"e teslim olmasıdır. Üçüncüsü; bütün sorunların, toplumsal açıdan değil, onları temsil ettiğini iddia eden örgütlerin stratejik değerleri açısından ele alınır hale gelmesidir. İslami duyarlılığı yüksek partilerin İslami kesimle, etnik duyarlılığı yüksek partilerin o etnik kesimle mesafeler koyarak "merkeziyetçi siyaset"e yönelmeleridir. Hiç bir gelişme, ne AB ne mevzuat ve Anayasa'da yapılan değişiklikler, bu çarkı şimdilik tersine döndüremiyor... Sadece geçen hafta ülkenin serencamını resmetmeye yeter. Orhan Pamuk davası etrafında yaşanlar, garip bir içki yasağı tartışması, Türkiye'yi yeniden 28 Şubat ruh haline sürüklemeye çalışan bir yayın furyası, siyasetçilerin ağzından çıkan her sözün bir sembol kavgası haline döndürülmesi... Aslında olan şu: Basın, büyük şirketler, kimi sivil toplum örgütleri, hatta siyasi parti ve kişiler yeni bir kriz kuşağına giriliyormuşcasına tedbirli adımlar atıyorlar. İlk tedbir kimilerinin siyasi iktidardan desteğini çekmesi ya da kimilerinin iktidar içinde kendi politikalarına hız vermeleri oldu... Şu anda yürütülen ikinci tedbir ise devlet ve siyaset arasında bölünen iki yönlü tutumlar almak ve kaçınılmaz olarak siyasete soyunup, siyaset mekanizmasını yıpratmaya başlamak... Kriz kuşağı varsayımının ardında ise ufukta görünen üç kritik nokta var: 1. Ağustos'da yaşanacak Genelkurmay Başkanlığı değişimi, daha doğrusu ordu-siyaset ilişkilerini belirli bir sınırın altına çeken, AB sürecinde reformcu ve uyumlu bir politikalarıyla önemli bir rol oynamış Org. Hilmi Özkök'ün emekliye ayrılması... 2. Devletin kontrolu ve güç dengeleri açısından hayati görüldüğü oranda ve her sefer Türkiye'yi krize sokmuş olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri... 3. Erken yapılsın yapılmasın, ağırlığı ve kokusunu hissettirmeye başlayan genel seçimler... Bu da değişmeyen Türkiye, belki de gerçek Türkiye...
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |