T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 ARALIK 2005 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Paranın üstünde oturan ağalar, infak edin!

Düzenli okurlarımız arasında mutlaka hatırlayanlar olacaktır; bir süre önce yine bu sayfalarda, Mazlumder'in düzenlediği "insan hakları" konulu uluslararası kısa film yarışmasından ve bir dizi seçkin isimle birlikte o yarışmanın jüri üyeliğinde -nacizane- yer aldığımdan söz etmiştim. Yaklaşık iki haftalık bir zaman dilimine yayılan değerlendirme sürecinin ardından, Dr. Yusuf Kaplan, Ümit Sönmez, Abdurrahman Dilipak, Lütfü Yılmaz ve bendenizden oluşan jüri nihayet kararını verdi. Ödüller de bu akşam (23 Aralık 2005 Cuma) İstanbul-Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi'nde sahiplerine törenle dağıtılacak.

Bugün dek -kararların çoğunlukla birkaç saat içinde verildiği ve bütün jüri üyelerinin "Bitse de bu çile, bir an önce gitsek" havasında olduğu- birkaç kısa film yarışmasında jüri üyeliğinde bulunduğum için, bu son yarışmanın adaleti konusunda vicdanım gayet rahat... Hakikaten Mazlumder'in toplumsal misyonuna uygun bir değerlendirme oldu. Her bir filme ve onu dünyaya getirenlere, âdeta o filmler kendi emeklerimizin ürünüymüşçesine saygı duyduk ve saatler süren hararetli toplantılar boyunca kimsenin hakkını yememeye çalışarak, kılı kırk yaran bir sıralama yapmak için didindik. Öyle ki bütün ömrümü eserlerini ve mücadelesini izlemekle geçirdiğim sevgili gazeteci-yazar ağabeyim Abdurrahman Dilipak ile kimi filmler arasında oluşan birer puanlık kritik farklar nedeniyle tatlı atışmalara girdiğimiz bile oldu. Sonuçta da ilk üç yapıtı ve mansiyon sahibi diğer iki yapıtı çok doğru bir sıralamayla tesbit ettiğimizi düşünüyorum.

Konuya bir kısa film yarışmasından girmek, aslında işin bahanesiydi. Yarışmanın -açış konuşması tarafımdan yapılacak olan- ödül törenine ilişkin derli toplu bir haberi gelecek hafta bu sütunlarda zaten okuyacaksınız. Benim ise bu etkinliğe değinmekteki derdim daha bir başka...

Mazlumder'de finalist filmleri ardarda izlerken, eski bir kısa filmci olarak bu yapıtların sahiplerini öylesine iyi anladım ki... Cepte beş kuruş para yok, ama yüreklere amansız bir sinema sevdası düşmüş. Bir duyguyu, bir düşünceyi, bir manifestoyu sinema yoluyla dile getirme yönünde müthiş bir gayret... Teknik imkânsızlıklardan dolayı kimi sahnelerde sapır sapır dökülen görüntüler, basit el kameralarının soluk renkleri, profesyonel bir stüdyoda değil ev bilgisayarında kurgulanmış planlar, yine ev bilgisayarı düzeyinde efektler... Ama bütün bu kusurları örten ve de aklayan müthiş bir film çekme heyecanı... Finalistler arasında "tuzu kuru" sayılabilecek yalnızca iki yönetmen gözüme çarptı. Ki bunların her ikisi de yarışmaya yurt dışından katılıyordu. Belli ki bu arkadaşlar, eli yüzü düzgün birer kısa film yapmak için yeterli bütçeyi bulabilmek gibi bir lükse sahiptiler. Her ikisinin çalışmaları da gayet olgun kamera hareketleri ve profesyonel bir kurguyla bezenmişti. Ama ya diğerleri... Bütün içtenliklerine karşın, tek kelimeyle anaları ağlamıştı bizim yerli katılımcıların! Aynen benim 1980'lerde İFSAK yarışmaları için köhne süper 8 kameramla film çekerken anamın ağladığı gibi... Ama bugünkü sinema pratiğimi de reklâm sektöründeki yönetmenlik deneyimlerimi de hep o coşku dolu kısa filmcilik günlerime borçluyum.

Bu yarışmadaki jüri üyeliği serüvenini yaşarken, Türkiye'de paranın üzerinde oturan İslâmcı ağır ağabeylerimize bir kere daha öfkelendim. Neden mi? Bunların kültürle, sanatla, sinemayla, tiyatroyla, şiirle, edebiyatla falan hayatta işi olmaz da ondan! Oysa, tarih boyunca, özellikle Rönesans sonrası Avrupa'sında gelmiş geçmiş bütün büyük besteciler, yazarlar ve ressamlar daima burjuvazi tarafından desteklenerek ayakta kalabilmişti. Bugün hâlâ iki-üç asır öncesinden günümüze dek uzanan bir klasik müzik eserini evlerimizde büyük bir keyifle dinleyebiliyorsak, biliniz ki bunun ardında mutlaka cebi parayla, gönlü de sanat aşkıyla dolu isimsiz bir baron ya da barones vardır. Varsın isimleri bilinmesin, onlar bu cömertlikleriyle aslında çoktan ölümsüzleştiler. Uygarlaşma yolundaki bütün toplumlarda sanat, devlet tarafından olduğu kadar, vicdanlarında zenginliklerinin sorumluluğunu taşıyan varlıklı insanlar eliyle de finanse ediliyor. Ve batı burjuvazisi böyle işlere el atmaktan dolayı yüzlerce yıldır mutluluk duymakta...

Bundan birkaç yıl önce, çekimlerini dahi kendi imkânlarımla tamamladığım, efsanevî "Devrim otomobili"nin öyküsünü anlatan, ulusal ve uluslararası yarışmalara aday olacak düzeyde bir belgesel film için post-prodüksiyon (seslendirme, kurgu, çoğaltım v.b.) masrafların sponsor arayışına girmiştim. Gerekli olan para da topu topu 6-7 bin YTL dolayındaydı. Camiada kırk kapı dolaşıp yüz seksen bardak çay içtikten ve bol bol ağlama dinledikten sonra, sinirlenip ham çekim kasetlerini bir kenara fırlattım. Tavırlar inanılmazdı çünkü. Bir ömür boyunca her gün aralıksız olarak sokağa para saçsa yine de bitiremeyeceği kadar serveti olan bir sürü insan, bana benden çok ağlıyordu!

Hâl böyle olunca, bu ülkede bilim de sanat da kültürel iklim de gelişip zenginleşemez elbette... Hele de bizim "camia"da hayat, aynen şu anda olduğu gibi "eksi 28 şubat derecesi"nde donar kalır. Zenginlerin canlarının birazcık yanmasından başka bir kurtuluş yolumuz yok oysa... Bunlardan bir tanesi gözüne kestirdiği iki-üç yetenekli şaire, diğer bir tanesi iyi bir roman kaleme alan genç bir yazara, bir başkası ise üç-beş kısa film yönetmenine sponsor olma yürekliliğini gösterse, bir de bakacağız camiada kültürel üretim bir anda şahlanmış. Ama bunun için "köylü zengin" mantığından kurulup "kentli zengin"e dönüşmek gerekiyor doğal olarak. Bakıyorsunuz, o koca koca holdingleri yöneten kimi koca koca isimli ağabeylerimiz, bırakın bir sanat eserine destek çıkmayı, daha günlük bir gazete okuma alışkanlığı bile kazanamamışlar. Oysa ki devlet dahi onları -kültüre ve sanata yapılan sponsorluk yatırımlarını vergiden düşmek suretiyle- çok ciddi anlamda destekliyor.

İşte o yüzden, Mazlumder jürisindeki bizler, o genç insanların kimi zaman, titrek, kimi zaman flû kamera hareketleri ya da kurguda yanlış görüntü bağlamaları karşısında külyutmaz bir tutum içinde olmadık, olamadık. Bu tür teknik hataları çoğunlukla görmezden geldik. Kendi arka bahçemizin hâlini biliyoruz çünkü... Bu kadar yoğun bir sevgisizlik ve ilgisizliğin bağrından bir düzine kadar yiğidin çıkması bile başlıbaşına bir mucizeydi.

Bazen hayatımın istikametini başından sonuna dek temelinden sorguladığım ve çok derin pişmanlıklar yaşadığım oluyor. Tıpkı bu hafta boyunca okumak zorunda kaldığım birbirinden iğrenç, birbirinden rezil küfür mektuplarından sonra olduğu gibi... Nedeni mi? Bilirsiniz işte, bir Müslüman olarak Sharon Stone'un Necati Şaşmaz'ı öpmesini ve dudağında ruj izi bırakmasını pek fazla önemsemediğim için...


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi