AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Neyleyim ki gözlerim ağarsa dahi yüzüm kızarıyor

Mahcubiyet, kısaca "mahcub olmak", daha da açıkçası 'perdelenmek' demek. Nitekim sözcük 'perde' ve 'örtü' anlamına gelen hicab'dan türeme.

Peki ne'den (hangi şeyden) perdelenmek?

Elbette 'ar' perdesiyle, 'utanma' perdesiyle perdelenmek... Ar ve utanma belirtileriyle kaplandığında, kişinin yüzü -kelimenin tam anlamıyla- 'perdelenmiş' olur.

Perdelendiği söylenecek denli kişinin yüzünde meydana gelen ar ve utanma belirtileri nelerdir peki?

Kızarmak, zira mahcub insanın, utanan insanın yüzü kızarır. Nitekim Türkçe 'utanmak' sözcüğü, zaten 'kızarmak' (=odlanmak) anlamındadır. 'Utan/otan' kökü, ot/od'dan gelir ki kolaylıkla tahmin edileceği üzere bu sözcük 'ateş'e karşılıktır. Kızardığında (utandığında), kişinin yüzü kırmızılıkla perdelenir; mahcub olur, mahcubiyet duyar, perdelendiğini hisseder.

Ne garip değil mi, yüzün perdelenmesi, perdenin ortaya çıkmasına yol açan duygu durumunu saklamıyor, gizlemiyor, bilâkis açığa çıkarıyor; ifşa ediyor.

Bu hâl o kadar doğal kabul ediliyor olmalı ki 'yüzü kızarmaz, utanmaz, arlanmaz' ifadeleri, insanın insanlığından kuşku duymaya bile yol açıyor: İnsan olsaydı utanırdı; utansaydı yüzü kızarırdı; yüzü kızarsaydı utanılacak denli kötü bir şey yaptığını kendisinin de bildiği anlaşılırdı; yaptığının bilincinde olmak insan olmanın alâmetidir; zira ancak insan yaptığının anlamını bilir, bu kişi ne yaptığının anlamını bile bilmiyor, demek ki henüz insan ol(a)mamış, vs.

Peki insan hangi haldeyken utanır?

Cevabı çok basit: Kişi adı olduğunda utanır. Adı yoksa, ortaya çıkacak bir odu da yok demektir çünkü. Adsız olan utanmaz. Böylelerinin bir kimi, kimliği yoktur, tanınmaz. Oysa 'insan' "ünsiyet sahibi" olan, yani 'tanınan', yani "adı olan" varlık demektir. Nitekim Farsça "nâm sahibi" olmak, Türkçe "ad sahibi" olmak anlamına gelir.

O halde şimdi şu sorunun cevabını verelim: Kimlerin adı olur?

"Atı olan"ın. Evet ancak bir atı olanın, adı olur, olabilir. Türklerde bir genç "at sahibi" olmadan, "ad sahibi" de olamazdı. Önümüzde iki sözcük değil, bir sözcük var; tıpkı 'ot' veya 'od' gibi 'at' veya 'ad'. At ve at sahibi olan en nihayet bir 'kim' olabilmiş, 'kimse' (kimesne) haline gelebilmiş, kendiliğine kavuşmuş kabul edilirdi bir zamanlar. Her ikisi de iktidarın, gücün, kısaca insan tekinin toplum içinde kendiliğini, varoluşunu duyumsamasının en belirgin göstergesiydi. (Atmak, ataklık, atılganlık sözcüklerinin hareket ve iktidar'la münasebetini şimdilik bir kenara bırakıyorum.)

İmdi, at ve ad sahibi olan kişilerin ancak utanıp odlanmaları ile o kişilerin yaptıkları herhangibir eylem, hareket ve davranışın sonuçlarını idrak etmeleri arasındaki köklü alâkanın yeterince 'gösterilmiş' olduğunu kabul etmek durumundayım.

Bu yazının yazılmasına neden olan mahcubiyetimin aslında uzun bir hikâyesi var: Yıllar önce "Kur'an Tedkikleri Dizisi" altında yayımladığım beş kitabı uzun yıllardır yayımlamaktaki isteksizliğim. Israrla soran dostlara hep "inşaalah, bakalım, nasipse..." filan deyip yıllarca ertelediğim bu basım işini Kaknüs Yayınları en nihayet geçen hafta gerçekleştirdi ve benim "ilk göz ağrılarım" yıllar sonra yeniden ve sırasıyla güneşin huzuruna çıkmayı başardılar.

1. Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı, 2. Anlam'ın Buharlaşması, 3. Kur'an Çevirilerinin Dünyası. Üstelik üçüncüsü, onca yıldan sonra hayli şişmanlamış görünüyor. Çünkü Yaşar Nuri Öztürk ile Ali Bulaç'ın Kur'an çevirilerine yönelttiğim eleştirilerle birlikte, şimdi, Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmed Nuri Yılmaz'ın, Suat Yıldırım'ın ve Edip Yüksel'in çevirilerine yazdığım eleştirilere de bu yeni baskıda yer vermiş bulunuyorum.)

İlk göz ağrılarımın değil sadece, aynı zamanda iki söyleşi kitabımın (1. "Kur'an ve Dil'e Dair"; 2. "Tarihe ve Siyasete Dair") yanısıra son göz ağrımın da yayımlandığını belirtmeden geçemeyeceğim: "Düşünce Düşlenir". Kişinin kendisi düşmeden aklına düşenlerin bir kıymeti olmuyor; insan düşünce düşleyebiliyor; düş düşene nasip oluyor; düşme fiili, düşünen düşünce/düşününce birdenbire ad'a dönüşüveriyor. Atı olanın ancak adının olması da başka bir nedenden değil, bundan.

Hatırlatmam gerekirse, "göz ağrısı"nın ağrısı 'ak' sözcüğünden gelir; 'acı duyma' anlamındaki ağrıdan (ağrık'tan) değil; ak'tan... Gözlerin aklaşması, solması, yorulması anlamına dönüşen aklık, beyazlık durumundan.

Neyleyim ki gözlerim ağarsa dahi yine yüzüm kızarıyor. Niçin mi? Yüzümün kararmaması için.

İtiraf etmekten çekinmiyorum: Yıllarca, yüzümü karatmamak için gözümü ağarttım ve fakat ne yaptıysam yüzümün kızarmasına mâni olamadım; zira yüzün kararması, belki gözün ağarıp ağarmamasıyla ilgili ama inanın 'kızarması' değil!


29 Ekim 2005
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Ramazan | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED