|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Avrupa Anayasası'nın reddinin yol açtığı kriz, sadece Avrupa Birliği'nin küresel vizyonunu yaralamakla kalmadı, dünya çapında siyasi depremlere yol açmaya başladı. AB'nin küresel aktör olacağına ilişkin umutların zarar görmesi öncelikle Amerika'nın önünü açtı. Washington'ın bütün uğraşısı kendisinden başka bir gücün sahne almasını engellemeye yöneliktir. Donald Rumsfeld'in, AB'deki krizden hemen sonra Çin'e yüklenip, bu ülkenin "tehdit altında olmamasına rağmen bu kadar silahlanmasının ABD'yi endişelendirdiğini" açıklaması dikkat çekici. Sanki dünyanın dört köşesini askeri üslerle donatan ve her yere saldıran ABD tehdit altındaymış gibi… ABD ve İngiltere, Avrupa'daki psikolojik çöküntüyü besleyen ve bundan sonuna kadar yararlanan iki ülke. Fransa ve Hollanda'daki referandumdan sonra Tony Blair hükümetinin İngiltere'de yapılması beklenen referandumu rafa kaldırması, bununla kalmayıp, İngiliz dış politikasının artık AB'yi eksen almayacağını ilan etmesi, Avrupa'yı artık uğruna mücadele etmeye değer bulmadığını ortaya koyması dikkatle değerlendirilmeli. Ancak şu bir gerçek ki; İngiltere hiçbir zaman AB ortak dış politikasını eksen almadı. Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Kafkaslar ve Orta Asya'da, enerji savaşında, Türkiye konusunda, 11 Eylül sonrası İslam dünyasına yönelik stratejilerde, terörle mücadele adıyla kamufle edilen küresel güvenlik kabusunda AB ile değil, Amerika ile hareket etti. Bugün dünyayı dize getiren kabusun altında ABD, İngiltere ve İsrail'in ortak imzaları var. İngiltere, hiçbir zaman gerçekten AB uğruna çaba harcamadı. Sadece ve sadece AB'yi Alman-Fransız ekseninden uzaklaştırmak için uğraştı. Amerika ile birlikte Avrupa merkez güçlerinin dizginlerini elinde tutmak, bu güçlerin inisiyatif alıp sahnede yer almasının önüne geçmek için çalıştı. AB'yi Avrupa'nın meydan okumasından kurtarıp Anglo-Amerikan cephenin hegemonya arayışında bir araca dönüştürme yönünde politikalar uyguladı. ABD ve İngiltere'nin Türkiye'nin üyeliğine yükledikleri misyonun bundan başka açıklaması yok. Fransa'daki referandum ABD ev İngiltere'ye, AB'yi dağıtmak, yıpratmak için tarihi bir fırsat verdi ve onlar bunu en elverişli şekilde kullanıyorlar. Avrupa, bu psikolojik çöküntüyü atlatamaz, birlik içinde oluşacak ayrışmaları önleyemez, birliği ABD ve İngiltere'nin tek yanlı politikalarına karşı savunamazlarsa, Kıta Avrupası ABD ve İngiltere karşısında Soğuk Savaş sonrası ikinci yenilgisini almış olacak, 11 Eylül saldırılarıyla jeopolitik açılımı darbe alan AB içinde bundan sonra iki Avrupa gücü ortaya çıkacak. Biri Kıta Avrupası, diğeri Anglo-Sakson Avrupa. Bu da, birliğin çözülmesi anlamına gelecek. Böyle bir durumda Avrupalı merkez güçler, ABD'nin engellemelerine rağmen Rusya ile, Asya ile yakınlaşmaya çalışacak, Ortadoğu'da daha hırçın politikalar izleyecektir. Başbakan Tayyip Erdoğan, işte tam bu kritik zamanda ABD'yi ziyaret ediyor. Başbakan'la aynı dönemde Blair'in de ABD'de olması dikkat çekici. İngiliz yönetimi, ziyaretin gündemini "yoksullukla mücadele" ve "küresel ısınma" konularında Bush'u ikna etmek olarak açıkladı. Kargaların bile güleceği bir açıklama… İki müttefikin temel gündemi Avrupa Birliği'ni nasıl tarihin çöplüğüne atılacağından başka bir şey değil. ABD'nin Türkiye'ye bu çerçeveden baktığı bundan sonra daha net ortaya çıkacaktır. Başbakan'ın ziyareti Türk-Amerikan ilişkilerindeki soğukluğu giderebilecek mi? İki ülke arasındaki sıkıntıların karşılıklı yanlış anlamalardan ve Irak işgaline karşı oluşan duygusal tepkiden kaynaklandığını düşünenler için evet. Ama, sorunların daha derin olduğunu, gelecekte ABD ile daha temel anlaşmazlıkların yaşanacağını öngörenler için hayır. ABD-İngiltere-İsrail cephesinin yeni Ortadoğu tasarımının sadece Irak ve Kuzey Irak konusunda değil, başka konularda da Türkiye'de endişeye neden olacağı görülecektir. Türkiye'de oluşan hava, ilişkilerin aslında hiçbir zaman olmayan "stratejik ortaklık" seviyesine yeniden çıkarılacağı şeklinde. Bu iyimser havanın gerçeklerden ziyade beklentilerden beslendiği ortada. AB'de yaşanan psikolojik çöküntü Türk dış politikasında ABD ve İngiltere'nin beklediği sonuçları doğurmamalı. Bu, Türkiye'nin yeniden Türk-İsrail eksenine hapsolması anlamına gelecektir ve Türkiye son yıllarda edindiği bütün kazanımlarını, tıpkı 1991-2000 arası yaptığı gibi, hoyratça harcamış olacaktır. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödedi, hâlâ da ödüyor. Türk dış politikasını ABD'nin Ortadoğu/İslam dünyasına yönelik "demokratik reform" projesine endekslemek, çok ciddi bir değerlendirme hatasıdır. Çünkü böyle bir proje yok. Hanry Kissinger'ın 2 Haziran'da yayınlanan şu sözleri gerçeğin ne olduğunu net bir şekilde açıklıyor: Amerikan-Hindistan İşadamları Konseyi'nde konuşan Kissinger, dünyanın 19. yüzyılda Çarlık Rusyası ile İngiltere arasında yaşanan "Büyük Oyun"un modern versiyonu olan büyük bir enerji savaşına doğru gittiğini, bu savaşın bir çok toplum için ölüm kalım savaşı olacağını, büyük güçler arasındaki bu yarışın 19. yüzyılı tekrar yaşatacağını, nükleer güçlerin arttığı günümüzde böyle bir yarışın felaket olacağını, nükleer güçlerin bir araya gelerek küresel enerji kaynakları ve ulaşım koridorları üzerinde nasıl bir diyalog sağlanacağına karar vermeleri gerektiğini belirttikten sonra demokrasiyi yaymanın Amerika için gerçek dışı bir hedef olduğunu söyledi. 21. yüzyılın dünyası, değerler üzerine kurulmuyor. 21. yüzyılın dünyası güç, sömürge ve güvenlik stratejilerine göre şekillendiriliyor. Bu yarışta hiçbir ittifak kalıcı olmadığı gibi hiçbir dostluk da sağlam değildir. Türkiye'yi ve dünyayı 20. yüzyılın kavramlarıyla anlama ve yönlendirme dönemi kapandı. "Stratejik ortaklık" gibi geleneksel ilişki biçimleri de tarihe karıştı. Türkiye artık hiçbir şekilde ABD için Soğuk Savaş döneminde üslendiği misyona benzer bir rolü hazmedemez. Avrupa için de, başka güçler için de… Tarih bu ülkeyi kendine çağırıyor, bölgesine... Artık bundan başka stratejik değer tanımlaması, dış politika gerçekliği olmayacak!
|
|
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |