T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 21 MAYIS 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Hüseyin HATEMİ

İnsancıl uzlaşım

"Millî mutabakat" gerektiğini çok söyledik. Bir yararı olmadı. "Millet" kelimesini eskiden soybirliğini ifade eden bir kelime olarak kullanmazdık. Sonraları "millet" ve "kavim" biribirine karıştı. İyi ve olumlu anlamda kullanılan "millî mutabakat", "ütopya" zümresine dahil oldu. Bari biz de artık "insancıl uzlaşım" olmaksızın bir toplumun mutluluk ve huzuru elde edebilmesi "muhâl"dir. Daha alt kademelerde daha dar çerçeveli diğer uzlaşımlar da yer alabilir. "İyilik=Tuba ağacı" dallara ayrılır, fakat yeter ki "aslı sabit" olsun.

Son elem verici ve müessif olay da insan olan herkesi üzdü. "İnsancıl uzlaşım"a vesile olması olayın tek tesellîsi olabilecek iken, uzlaşım gayretlerini nihaî olarak baltalamak isteyenlerce istismar edilmesi, acımızı büsbütün çoğaltıyor. Hele "demokrasi" âşığı basınımızın bu gibi olayların bir daha olmaması için artık uzlaşım sağlandığını belirtecek yerde, kınamaları "sivil muhtıra" olarak nitelemesi acımızı doruğa çıkardı. Ecevit de "Lâik cumhuriyete karşı işlenen korkunç cinayetten Başbakan da sorumludur, başında bulunduğu hükûmet de sorumludur. Bu hükûmet artık görevde kalamaz, halkın yüzüne bakamaz" buyurmuş. İnşaallah rahatsızlığı derhal geçer de, hükûmetin sorumlu olduğu korkunç cinayetlere "Sayın Ecevit'i sinirlendirip rahatsızlanmasına sebep olmak" da katılmaz. Çünkü "Selânikli Dördüncü Dede" Hazretleri'nin ve benzerlerinin emsâlsiz mantığına göre: bir insan İslâm'a bağlılık izhar ediyorsa, hele başörtüsü gibi konularda "cumhûr"a, daha doğrusu "cümbür cemaat"e muhalefet ediyorsa, bunlara "hadleri bildirilmelidir". Bunların haddi nedir? Sadece, varlıkları ile, bir türlü "terakkî" edemememizin suçlusu ve sorumlusu aranırken "abalı" görevine sessizce katlanmak, darbelerin "meşru'iyet sebebi" olmak! "Vur abalıya" yargılarına boyun eğmek!

Müessif olayın failinin Hukuk Fakültesi mezunu olması da beni özel olarak üzdü. Neredesin ey Tabiî Hukuk bilinci? "Bir insan öldürmenin, meşru müdafaa sözkonusu olmadıkça, bütün insanlığı öldürmeye eş olduğu" bilincini niçin hiç değilse bütün hukukçulara veremiyoruz? Diplomasının üzerinde "cellâtlık diploması" yazılmış olsa idi bile; "yargısız infaz" yapılamayacağını bilmesi gerekmez mi idi?

Bizim en önemli eksikliğimiz, öyle sanıyorum ki, mantıkî düşünme yeteneği eksikliğidir. "İstiklâl ve cumhuriyetimize kasdeden düşmanlar", bu denetim eksikliğinden yararlanıp harîm-i ismetimize ellerini kollarını sallayarak giriyorlar, acı ve vahîm gerçek olayların aslî faillerinin ta kendileri olduklarını kavrayan ve söyleyen çıkarsa, bunları da derhal infaz edip cenaze törenlerine timsah gözyaşlarıyla katılıyorlar, asıl suçluyu teşhis eden ve açıklayanları "komplo kuramcısı" olarak niteleyip "abalılar cephesi"ni itham eden kendi kuramlarını da "nesnellik, bilimsellik, gerçekçilik kuramı" olarak adlandırıyorlar. Halk bilinçlenip de kendi hak ve hürriyetlerine sahip çıkmadıkça, "olmadı baştan, düm tek, düm tek!" temposunun eşliğinde, daha nice darbeler, daha nice karaoğlanlar, nice babalar görürüz. Sırasını savmış olması gerekenler yanında nice yeni "kurtarıcı" adaylarının, şimdiden ABD'deki güç odağına başvurarak adaylık kayıtlarını yaptırma uğruna itişip kakıştıklarını görmüyor muyuz? Gözümüzdeki bağı çözmedikçe, başkalarının menfaat dolabını döndürmekle bir arpa boyu dahi yol alamayıp bir fasit daire çenberinde döner, bir yandan da öğünürüz: -Dur-durak bilmeden çağdaş uygarlık yolunda ilerliyoruz!- Heyhat! Gönül yâr peşinde -bre dilber aman- Yâr ondan ırak!

Olay günü, az sonra telefonla öğreneceğim cinayetten habersiz, güneşli bir günü "felekten çalarak" Lozan Yolu'ndan Cenevre yönüne beş-altı kilometre yürümek istedim. Yolun aşağı yukarı son çeyreğinde bizim bir zamanlar ulaşıp şimdi yazık ki yitirdiğimiz "vakıf çeşme" medeniyetini hatırlatan bir küçük çeşme gördüm ve derhal susuzluğumu kandırırken, Yüce Şehid'in "ey beni sevenler! Bir yudum hoş içimli su içtiğinizde beni de anın!" vasiyetini hatırladım. Ardından da Hazret-i İsa'nın "ne mutlu adalete susayanlara! Onlar suya kandırılacaklardır!" sözü hatırıma geldi. Çeşmenin üzerinde, bu çeşmenin Charles Hentsch anısına yaptırıldığı yazılı idi. Bu Zat'ın adını, dönüşümde "İsviçre Meşahiri" arasında aradım, fakat bulamadım. Bilen varsa lûtfetsin. Bu Zat'ın hayat düstûrunun şu mealde olduğu yine çeşme üzerinde yazılı idi: Hergün insanları mutlu kılacak bir amel, bir gönlü şâd etmek, darda kalanı malî sıkıntısından kurtarmak, birinin göz yaşını dindirmek, dert dinlemek ve derman, merhem olmak, her insanı sevmek ve bencilliğinden kurtularak başkalarına destek olmak! Hentsch'in öğütü de şu idi: Biribirinizi seviniz! Bu çeşmeyi ben "İslâm'ın simgesi" olarak gördüm. "Calvinist Müslüman" olmak isteyenlere öğütüm, "Hentschist Müslüman" olmaktır, hiç değilse böylece "Müslüman Müslüman" ahlâkında kalmış olurlar.

Az sonra Sevgili Karaalioğlu'ndan aldığım Danıştay Faciası haberi, günün geri kalan saatlerini feleğin bana çok gördüğünü ve çalmama müsaade etmediğini öğretti. (Bu çeşmeyi karşıma çıkaran Allah'a hamd olsun.)

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi