T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 21 MAYIS 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Kurbağa sirket leğeni terket...

Akılsızlık Çağı adı verilen yeni evrede şirketlerin çoğunu; yavaş yavaş haşlanırken, ne yapacağını şaşıran kurbağanın akıbeti bekliyor

Bir kurbağayı soğuk su dolu leğene atar, sonra suyu yavaş yavaş ısıtırsanız, kurbağa sonunda ölür! Hemen itiraz edebilirsiniz: Sıcaklık belirli bir dereceye ulaşınca, kurbağa fırlayıp çıkar ve paçayı kurtarır. Hayır! Birçok kez denenmiştir ki, kurbağacık belirli bir ısı derecesine kadar keyfini hiç bozmaz. Isı yükselmeye meyledince, hafif kıpırdanışlar başlar, fakat radikal bir karara yanaşılmaz. (Muhtemelen bunun geçici bir durum olduğu düşünülüyordur!) Isı biraz daha artınca, şaşkınlık artmaya başlar, sıçrama hazırlığına geçilir, fakat artık iş işten geçmiştir; çaresiz çırpınışlar içinde terk-i dünya edilir.

Charles Handy, Akılsızlık Çağı adını verdiği yeni evrede "birey ve şirketlerin çoğunu kurbağanın akıbeti bekliyor" diyor. Kesinliğin yok olduğu, belirsizliğin hüküm sürdüğü bu evrede dünya yoğun biçimde şahsîleşir. Şirketlerle müşteriler arasındaki sınırın bile büyük ölçüde ortadan kalkmasıyla "iş" kavramı köklü bir değişime uğrar. Eskiden şirketlerin müşteriler için yaptığı birçok işi, şimdi müşteriler bizzat yapıyorlar. Kartlarıyla bankadan kendi paralarını aracısız çekiyor, arabalarına kendileri benzin dolduruyor, marketlerde mal sepetlerini kendileri taşıyorlar. Eskiden bu işlerin hepsini, ilgili şirketin elemanları yerine getirirdi. Müşteri sayısı artarken, müşteriler hizmetleri kendileri yapar hale gelince, "iş" sayısı azalır. Böyle bir ortamda, tam-zamanlı istihdam edilen insanlardan haftada 40 saat düzenli çalışma beklemek yerine, yıllık 2000 saatlik çalışmayı farklı (ve daha verimli, yani daha ucuz!) biçimde örgütlemelerini talep etmek daha akıllıca değil mi?

Handy'nin yıllardır kafa yorduğu "yonca şirketler" işte bu ihtiyaca cevap veriyor. Üç yaprağı var yoncanın. Birincisi şirketin çekirdek elemanlarını temsil ediyor. Bunlar yüksek vasıflı, iyi yetiştirilmiş profesyonellerdir. Günün her saatinde çalışır ve yüksek ücret alırlar. Günümüz reklam veya danışmanlık şirketlerinin vazgeçilmez elemanları buna en yakın örnektir. Yoncanın ikinci yaprağı sözleşmelilerdir. Bunlar şahıs olabileceği gibi, örgütler de olabilir. Çoğunlukla, bir zamanlar şirket için çalışmış, fakat şimdi ona dışarıdan hizmet veren insanlardır. Üçüncü yaprak ise esnek iş gücüdür. Bunlar gelişigüzel istihdam edilen ucuz işçiler değildir, pek tabiî. Belki düzensiz biçimde ve yarı-zamanlı istihdam edilmelerine karşılık, örgütün parçası olarak görülürler. Şirket onlara ihtiyaç duydukları eğitimi, sağlık hizmetlerini, vs. dışarıdan sağladığı ölçüde randıman alır.

Mesele şu: Yonca şirket bir gerçeklik mi, yoksa iyi niyetli bir kurgu mu? Handy bizi bunların gerçek olduğuna inandıracak kadar bol örnek veriyor. İngiliz şirketi FI Group'u alalım: Yıllık cirosu 20 milyon sterlini (9 trilyon TL) bulan FI elemanlarının yüzde 70'i kendi evlerinden iş yaparlar ve çalışanların yüzde 90'ı kadındır. Şirketin az sayıda çekirdek elemanı vardır ve bunlar birbirlerine bilgisayar ağlarıyla bağlıdırlar. Şirket tam anlamıyla bir "ağ"dır. Tom Peters'ın methiyeler düzdüğü bir ağ. Sanayi-sonrası toplumun teknolojik yeniliklerden çok fikrî (entellektüel) yeniliklere dayandığını, bilginin makinalardan daha önemli olduğunu hesaba kattığımızda, yonca şirketlerin geleceğin ideal iş örgütleri olduğunu daha iyi anlarız. Fikir ve şahsiyetin ön plana çıktığı bu yeni ortamda, sorumluluk üstlenen, gündem belirleyen, hedef koyan ve kesintisiz öğrenmeyi aslî bir unsur haline getiren bizzat bireydir. Handy bu sürece "sorumlu bencillik" diyor: Özerklikle işbirliğinin bir arada tecrübe edilmesi.

Uygun veya sorumlu bencilliğin örgütlere uygulanabilmesi için, Handy şu altı sorunun cevaplandırılması gerektiğini söylüyor:

  • Örgütün kuvvetli yanları ve yetenekleri nelerdir?
  • Zayıf yanları nelerdir?
  • Ne tür bir örgüt olmak istemektedir?
  • Nesiyle tanınmak istemektedir?
  • Başarısı nasıl, kim tarafından ve ne zaman ölçülecektir?
  • Buna ulaşmayı nasıl planlamaktadır?

    Stratejik boks maçı

    Bir Konya konuşmamda, stratejik düşünemeyenlerin uygun taktikler de geliştiremeyeceklerini anlatmaya çalışırken, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Seyyit Mehmet Buğa Bey söz alarak, son derece stratejik bir boks maçı anlattı. İmam Hatip yıllarından okul arkadaşları Mehmet Elmalı (sonradan Lâdik Belediye Başkanı), Türkiye Boks Şampiyonası'nda kilosunda birinci olmuş. Ertesi yıl ise yarı finale kadar çıkmış; rakibini yenmiş fakat son rauntta kaşı açılmış. Ertesi gün final maçı var ve kaşı ilk iki rauntta açılacak olursa hükmen yenik sayılacak.

    Mehmet'in içi içini yiyor; Konya'ya nasıl dönecektir? Şampiyonluğunu bir yıl bile koruyamamış diyecekler! Rakibi hafif bir yumruk sallasa, kaş mutlaka açılır.

    Bu düşüncenin verdiği rahatsızlık içinde kıvranırken, tecrübeli antrenörü onu yatıştırmış. "Sen şimdi git iyi bir uyku çek. Kaşını hiç düşünme, ben o işi halledeceğim." Bunu o kadar inandırıcı bir tarzda söylemiş ki, Mehmet rahatlamış, gidip güzel bir uyku çekmiş. Fakat ertesi gün maç saati yaklaştıkça heyecanı artmaya başlamış.

    Hocası maça 15 dakika kala hâlâ nasıl bir taktik uygulayacağını söylememiş. İsimler anons edilince hocası hemen herkesi soyunma odasından çıkarmış, Mehmet'le baş başa kalmış. Bantlı kaşı açmış, pudralayıp silmiş, pudralayıp silmiş, ta ki uzaktan yara filan belli olmayıncaya kadar. Sonra öteki kaşın üzerine yeni bir bant yapıştırmış. Ya Allah deyip ringe fırlamış Mehmet. Rakibi bantlı (sağlam) kaşa yumruk sallamaya başlamış; bir vurmuş, iki vurmuş, kaş açılmamış. Sürekli o kaşa çalıştığı için de açık vermiş ve Mehmet'ten öyle bir kroşe yemiş ki kendini yerde bulmuş.

    Maçtan sonra yenildiğine değil, kaşın niçin açılmadığına hayıflanan boksör, iyice yaklaşınca yaralı kaşı fark etmiş, fakat tabii ki atı alan Üsküdar'ı geçmiş.

    Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet'i kovan şeyh

    Rivayet edilir ki, Fetih 'İstanbul'unun büyük velîlerinden Ebu-l Vefâ Hazretleri, kendisine bağlanmak isteyen Fatih'i reddeder. Sultan, kendisini ziyaret için haber gönderip destur talep ettiğinde, Ebu-l Vefâ Hazretleri der ki :

    "Hünkârıma selam ve saygılarımı arzedin, gelmesin, müsait değilim."

    Fâtih "Ben gideceğim. Öyle arzu ediyorum, içim daralıyor" der.

    Ve gidiyor padişah. Fakat Hoca Efendi camiyi kilitliyor ve padişahı içeriye almıyor. İstanbul'u fetheden büyük kumandan, birkaç saat dolaştıktan sonra tıpış tıpış sarayına geri dönüyor. Tabii şeyhin etrafındakiler, müridân, o günün gençleri şok olmuşlardır. Cihan padişahına nasıl böyle bir muamele yapılabilir? Ve niçin yapılır? Diyor ki Hoca Efendi: "Benim onun gibi mürîde ihtiyacım yok. Bakın sizler varsınız. O şimdi gelirse buranın tadını alır, buradan çıkmaz, o zaman devleti kim idare edecek?"

    Devleti idare edecek insanlar öyle kolay yetişmiyor. Dolayısıyla bir cemiyette hem Ebu-l Vefâ Hazretleri olacak, hem Sultan Fâtih. Cemiyette bütün bunların birbirini tamamlaması ve her ferdin mümkün olduğu kadar iç dünyasıyla dış dünyasını dengeli hale getirmesi lâzım. Bu kimi insanlarda daha çok şiir, edebiyat ağırlıklı olarak, kimisinde tasavvuf ve diğer vasıtalarla gerçekleşir. Aslında bunların hepsi birbirini tamamlar ve neticede bizi hakikate götüren birer köprü haline gelirler.

    Problemden kaçmak yerine onunla boğuşun

    Japonya sahillerinde bol balık tutmak mümkün olmadığından, balıkçılar Japon nüfusu doyurabilmek için büyük tekneler yaptırıp uzaklara açıldılar. Tabii, balık için uzaklara gidildikçe, geri dönülmesi de daha çok vakit almaya başladı.

    Dönüş bir iki günden uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kayboluyordu. Japonlar bayat balığın lezzetini sevmediler. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdular. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.

    Ancak Japon halkı taze ile donmuş balığın lezzet farkını da hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyordu. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa biraz da aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını hissetmekte gecikmedi. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri, hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti. Balıkçılar nasıl olacak da Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi?

    Ne yaptılar biliyor musunuz? Balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Birkaç balık, köpekbalığı tarafından yutuluyor, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabiliyordu.

    Problemlerden uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları beraberce yenmek gerekir. Problemleriniz çok ve çeşitli olabilir. Ümitsiz veya karamsar olmayın. Problemleri ve sebeplerini tanıyın, onları organize edin. Kararlı olun, daha çok bilgi ve akıl desteği ile onlarla savaşın.

    Beyninize bir köpekbalığı atın ve çözümdeki mutluluğa nasıl ulaşabileceğinizi o zaman görün.

    Bir elin nesi var?

    Çayırkuşu, filin yolu üzerindeki bir devekuşu yumurtasını yuva edinmiş ve içine yumurtlamış. Fil, su içmeye giderken, çayırkuşunun yuvasını çiğnemiş, yumurtalarını ezip yavrularını öldürmüş. Çayırkuşu acı içinde kanatlanıp filin başına konmuş ve: "Ey hükümdar, senin komşun olduğum halde, niçin yumurtalarımı ezip yavrularımı öldürürsün? Beni küçük ve hor gördüğün için mi yaptın bunu?"

    Fil aldırmamış: 'Ha şunu bileydin!' diyerek terslemiş. Çayırkuşu keder içinde BKM'ye (Birleşmiş Kuşlar Meclisi) varıp, başından geçenleri bir bir anlatmış.

    Kuşlar: "Bizim çapımızdaki yaratıklar file ne yapabilir ki?" demişler.

    Çayırkuşu, saksağanlarla kargalara dönüp: "Beraber olup filin gözlerini oyabilirsiniz. Gerisini ben hallederim" demiş.

    Saksağanlarla kargalar filin başına üşüşüp gözlerini oyuncaya kadar gagalamışlar. Gözleri artık görmeyen fil, bulunduğu yerden uzaklaşamaz olmuş. Ancak yakınında bulabildiği şeylerle karnını doyurabiliyormuş.

    Çayırkuşu bu sefer kurbağalı göle gitmiş ve başından geçenleri naklederek kurbağalardan yardım istemiş. Onlar da tıpkı kuşlar gibi, 'Filin azameti karşısında bizim ne yardımımız olabilir? Onun gücünü nasıl dengeleyebiliriz ki?' demişler.

    Çayırkuşu, arzu varsa yol bulunur diyerek, onları uçurumun başında durup vıraklamaya davet etmiş.

    Fil, kurbağaların sesini duyunca o tarafa yönelmiş ve tabiatıyla uçuruma yuvarlanıp parçalanmış!

    Ölçü ve yenilenme

    Bir bilgeye sormuşlar:

    - Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?

    - Terzimi severim, diye cevap vermiş.

    Soruyu soranlar şaşırmış:

    - Aman üstat, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı?

    Bilge:

    - Evet dostlarım, ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, ölçümü yeniden alır. Diğerleri öyle değil. Bir kez hakkımda karar verdiler mi, ölünceye kadar beni hep aynı gözle görürler.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi