T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 14 NİSAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

'Çizgi film' deyip geçmemek gerek...

2002 tarihli "Buz Devri-1", pedagogların gözetiminde hazırlanmış senaryosuyla yeryüzünün dört bir yanındaki çocuklara dostluk, dayanışma, fedakârlık ve ailenin değeri gibi konularda son derece sağlıklı mesajlar vermişti. "Buz Devri-2"nin de bu gibi olumlu nitelikler açısından ilkinden geride kalır herhangi bir yönü yok. Her yaştan çocuklar için ideal bir gösteri...

Buz Devri-2: Erime Başlıyor
(Ice Age 2: The Meltdown)

2006-ABD yapımı / Animasyon
Yönetmen: Carlos Saldanha
Karakterler: Manny, Cid, Diego, Crash, Eddie, Ellie, Hızlı Tony, Scrat, Akbaba Chick, Bay Start ve diğerleri
Süre: 91 dakika
Özel Sınırlamalar: Amerikan MPAA Kurumu PG (Parental Guidance Suggested) Sertifikası
(İçerdiği bazı diyaloglar ve şiddet unsurları nedeniyle küçüklerin erişkin bir refakatçiyle birlikte izlemesi önerilir)
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.0 /10 (Kaynak: IMDb sitesi)
3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer'
Şiddet yok Cinsellik/çıplaklık yok Argo yok Çocuklara da izletilmeli

Buzul çağı artık son bulmaktadır ve hayvanlar bir su parkı cenneti, gayzerler ve katran çukurlarından oluşan yeni dünyalarının tadını çıkarmaktadırlar. Kahramanlarımız Manny, Cid ve Diego ise eriyen buzlar yüzünden vadilerinin yakında sel altında kalacağını anlarlar. Zaman yitirmeksizin herkesi uyarmak ve oluşacak korkunç sel baskınından topluca kaçmanın bir yolunu bulmak zorundadırlar.

2002 yılında gösterime girdiğinde bütün dünyada kısa süre içinde kalabalık bir hayran kitlesi toplayan "Buz Devri", sıkı bir devam öyküsüyle bir kez daha karşımızda... Öyle ki "çizgi sinema"yı çocuk gelişiminde son derece önemseyen biri olarak bu ilk bölüm, bırakın çoluk çocuğu, bir erişkin olarak benim dahi "en iyi filmler" listemde rahatlıkla ilk yüzde yer alıyor.

"Buz Devri-2"nin yönetmen koltuğundaki Carlos Saldanha, ilk filmin de yardımcı yönetmenliğini üstlenmiş olan bir sanatçı. Saldanha'nın öykünün akış tekniği ve karakterlerine öyle ciddi bir müdahalesi söz konusu olmadığından, "Acaba bu devam filmi de ilki kadar güzel çıkacak mı" şeklindeki tereddütler de kısa süre sonra yerini yüksek bir tatmin duygusuna bırakıyor.

Önceki öykünün odak noktasındaki üç hayvan kahramanımız, bu yeni filmde de konumlarını aynen muhafaza etmekteler ve aynı düzeyde enerjikler. Bu arada, kısa sürede bir beyazperde ikonuna dönüşen ünlü "talihsiz sincap"ımızın bu filmde de kendisine ayrılan yer oranında boy gösterdiğini ve içine düştüğü acıklı hâllerle her yaştan izleyiciyi gülmekten perişan ettiğini hemen vurgulayalım.

SESLENDİRMEDE MÜTHİŞ
BİR BAŞARI

"Buz Devri-2"yi ülkemizdeki gösteriminde ayrıcalıklı ve değerli kılan en önemli yönü ise hiç kuşkusuz ki olağanüstü güzellikteki Türkçe dublajı... Öyle, "Türkiye'de dünyanın en iyi dublajının yapıldığı" masalına inanan safdillerden falan değilim; aksine günümüzde -TRT haricindeki- özel sektör firmalarının yaptığı bütün dublajların gerek çeviri kalitesi, gerekse karaktere uygun ses seçimi açısından çoğu kez berbatlık sınırlarını zorladığını gözlemliyorum. Film başına 1000-1500 YTL bütçeyle yapılan bir dublaj çalışmasından da başka türlüsü beklenemez zaten...

Ancak, ne ilginçtir ki sıra animasyon yapımlara gelince Türk dublajcılığı bir anda şahlanıyor ve filmin hakkını verebilmek için elinden gelenin en iyisini ortaya koyuyor. Bunda da yine sektörde duyduğum kadarıyla o filmlerin dünya ülkelerindeki gösterimlerini ödünsüz bir titizlikle denetleyen Amerikalı ve İngiliz yapımcıların doğrudan parmağı var. Yoksa, bizden hiç kimsenin durduk yerde "üfleme dublaj" rahatlığını bozup bu denli özenli çalışacağına inanmıyorum doğrusu. Ama demek ki kesenin ağzı biraz olsun açıldığında, tıpkı animasyonlar gibi diğer filmlerde de kaliteli sonuçlar almak mümkün. İşte bu nedenledir ki ilk "Buz Devri"ndeki içtenlikleriyle gözlerimi yaşartan muhteşem üçlü, Ali Poyrazoğlu (Manny), Halûk Bilginer (Diego) ve Yekta Kopan (Cid), diğer bütün o başarılı seslerle birlikte ikinci filmin seyir zevkini de ikiye katlamaktalar. Ben ki artık hiç bir filmi Türkçe izlemekten zerre kadar zevk alamıyorum; ama "Buz Devri" söz konusu olduğunda, orijinali ne denli iyi olursa olsun, bu güzel filmi bizim ekibin dublajı olmadan izlemek gerçek bir kayıp.

Gayet neşeli bir ana öykünün eşliğinde sevgiye, saygıya, dostluğa, dayanışmaya ve aileye dair bir çok önemli mesajın istenirse bir çizgi filmin öyküsü içinde bile ne kadar büyük bir görsel başarıyla aktarılabileceğinin çok önemli bir örneği olarak, "Buz Devri"ni çocuklarınızla mutlaka paylaşın.

EKSTRA YORUM
"Gen filmi bu sayfada niye yok?" diye soruyorsanız...

Sayfamızda, içerdikleri yoğun kültürel kirlilikle, birer "sinema filmi" olmaktan çok öte simgesel anlamlar taşıyan az sayıdaki yerli ve yabancı yapım haricinde, ülke, yönetmen, konu, dağıtıcı şirket vesaire ayrımı gözetmeksizin, gösterime giren her yeni filme şu ya da bu oranda mutlaka yer ayırmaya çalışıyorum. Bunlar arasında uzun uzadıya tanıtamadıklarımızı da en azından "Salonlarda Son Durum" kolonuna ekleyerek sizleri içeriklerinden genel hatlarıyla da olsa haberdar etmekteyim.

Söz konusu faaliyetimiz sırasında "Türk sineması"nın yeni örnekleri ise her zaman için ayrıcalıklı ve kayırılan bir konumda oluyor. Çünkü daha önce de defalarca dile getirdiğim gibi, "Kurtlar Vadisi-Irak" gibi istisnai yapımları bir kenara bırakırsak, ulusal sinemamıza ilişkin örneklerin ülkemiz dışında fazlaca bir gösterim şansı yok. Ancak bizim içeriğini çeşitli nedenlerle onaylamadığımız bir yabancı film, burada olmazsa bile diğer düzinelerce ülkede gişesini rahatlıkla yapabilir ve beklediği hasılatı öyle ya da böyle toplar. O yüzden, hiç bir siyasal ayrıma gitmeden, "önce can, sonra canan" felsefesiyle yaklaşıyoruz Türk filmlerine...

"Gen" adlı Türk korku filmi ise bunun şimdilik tek istisnası olarak kalacak. Çünkü, yönetmenliğini (ünlü komedyen Şahan Gökbakar'ın kardeşi) Togan Gökbakar'ın yaptığı bu filme ilişkin olarak şu satırları yazdığım dakikaya kadar ne bir basın gösterimi davetiyesi, ne de sayfada kullanabileceğim herhangi bir tanıtım materyali alabildim. Filmin galası yapıldığında da bizler orada bulunamadık; çünkü bırakın davet edilmeyi, galanın tarihini ve saatini bile bilmiyorduk! Sanırım filmin yapım ekibi Yeni Şafak gazetesini tanıtım için kayda değer bir mecrâ olarak görmemişti. O halde Yeni Şafak'ın da "Gen"i tanıtmaya değer bir film olarak görmeyeceğini altını çizerek belirtmeliyim.

Aslına bakarsanız, içinde "Gökbakar" soyadı bulunan herhangi bir işte olduğu gibi, bu son olayda da böylesine çirkin ve ayrımcı bir tanıtım faaliyetiyle karşılaşmak beni hiç şaşırtmadı. Şahan Gökbakar, yakın zamana kadar büyük bir keyifle izlediğim bir güldürü sanatçısıydı ve en büyük meslekî arzularımdan biri de onunla gazetemiz için eğlenceli bir söyleşi gerçekleştirmekti. Ancak, beyefendinin "Murat" adlı menajerini bir aya yayılmış bir süreçte toplam 16 kez arayıp da (evet, yanlış okumadınız, tam 16 kez) her seferinde "Biz size randevu için hemen döneceğiz" sözünü duyduktan (fakat, asla bir cevap mesajı alamadıktan) sonra, bu ailenin bütün işlerinin böyle yürüdüğünü nihayet anlamış oldum. O yüzden, Gökbakarlar'a hayatta başarılar diliyorum. Şunu sakın unutmasınlar, Yeni Şafak Türkiye'nin her açıdan çok önemli ve saygıdeğer bir gazetesidir. Bu gazetenin sütunlarında yer almak da her sanatçı için tartışılmaz bir şereftir. Çünkü bizler, adı "sanatçı" olan kişileri önce binbir filtreden geçirir ve bunlar arasından ancak "gerçek" olanlarını okurlarımıza tanıtırız.

"CAMİA"DAN HABERLER
"The İmam"ın DVD'si çıktı

"Beyaz Sinema"nın göz yaşartıcı bir dindar-dinsiz işbirliğiyle pek güzel şekilde linç edilmeye çalışılan son dönem örneklerinden "The İmam"ın DVD'si nihayet piyasada... Kendi adıma, hem arşivime koymak, hem de sevdiklerime armağan edebilmek için internetteki bir alışveriş sitesinden derhal 10 adet sipariş verdim. Filmi izleyip de beğenmeyenlerdenseniz, ben değil gökten sinema krallığının ruhanî lideri "Cinematorius" inse görüşleriniz yine de değişmez biliyorum. Ancak, benim tavsiyem daha ziyade şu ana dek "The İmam"ı henüz izleyememiş olanlara...

Bu filmi ne yapıp edip tez zamanda edinin. Önce evinizde güzel bir çay demleyin, sonra da oturun ekranın başına ve yönetmen İsmail Güneş'in sizin için anlattığı o küçük öyküyü baştan sona kadar dikkatle izleyin. Sonra da (bir mütedeyyin olarak kendi hayat serüveninizi de gözünüzün önüne getirerek) filmin anlattıklarının ne kadar gerçek, ne kadar yalan ve abartı olduğuna bizzat karar verin.

Sizden özellikle "Hacı Feyzullah" ve "köyün delisi" karakterlerini canlandıran aktörlerin performanslarına dikkat etmenizi rica ediyorum. Kendini "Emre"leştirmiş olan Emrullah, yıllar sonra karşılaştığı imam arkadaşı ve köyün ileri gelenlerini canlandıran diğer oyuncular da hiç fena değil; ama bu ikisinin yeri filmde hakikaten çok ayrı. Rollerini oynamıyor, âdeta yaşıyorlar. Hele de "Hacı Feyzullah" tek kelimeyle ödüllük bir performans. Bir de kamera sarsıntılarıyla paralel hareket eden jenerik yazılarına dikkatinizi çekiyorum ki bunun son zamanlarda Türk sinemasında gördüğüm en yaratıcı jenerik tasarımı olduğunu vurgulamalıyım. Tabii, bu arada Eşref Ziya'nın canlandırdığı Emre karakterinin bütün hayatı boyunca örtbas etmeye çalıştığı imam-hatipli kimliğiyle gün gelip köy meydanında en yakın arkadaşının cenazesini yıkamak suretiyle yüzleştiği o unutulmaz sahnede gözyaşlarınızı tutmamanızı salık veriyorum.

Filmdeki seslendirme, kamera, ışık ve müzik derseniz, hepsi dört dörtlük. Benim açımdan tek sorun ise kurgusunun bazı yerlerde sarkmış olmasıydı ki yönetmen Güneş umarım bu sorunu DVD versiyonunda çözmüştür.

Bu filmi şimdiye kadar dört kez izledim. İlk izlediğim gün, filmden topu topu iki saat kadar sonra, oturup tost yediğim bir büfede yanıma yanaşan snob bir vatandaş, beraberimdekilerle aramızda geçen konuşmalardan gazeteci olduğumu duyunca ilk aşamada benimle muhabbet etmek istemiş, ardından "Yeni Şafak mensubu" olduğumu öğrenince de bir anda yüzü kireç gibi olup alelacele masayı terketmişti. Meslek hayatım boyunca, İslâmî camianın yayın organlarında çalışmaya başladıktan itibaren belki yüzlerce kez karşılaştığım bir reaksiyondu bu. O yüzden, "The İmam"ın film pelikülüne taşıdığı toplumsal trajedi bana hiç bir zaman komik gelmedi, hâlâ da gelmiyor. Çünkü ben o trajediyi, bir imam-hatipli olmamama karşın, istisnasız her Allah'ın günü zaten gırtlağıma kadar yaşıyorum.

Solcuların ve hayata bakış itibarıyla onlara benzemeye çalışanların patırtılarıyla değil, kendi öznel yargılarıyla film izleyenler için "The İmam"ın DVD'si aha artık orada duruyor; alın izleyin bakalım, bazılarının Ekşi Sözlük'te yazdığı gibi "Türk sinemasının gelmiş geçmiş en kötü filmi"yle mi karşılaşacaksınız!


"Anne ya da Leyla"nın gösterimine 21 gün kaldı

Yönetmenliğini "Beyaz Sinema" akımının (vaktiyle bu güzel ve anlamlı tanımlamayı literatürümüze kazandıran sevgili Abdurrahman Şen ağabeyin kulakları çınlasın!) öncü yönetmenlerinden Mesut Uçakan'ın gerçekleştirdiği "Anne ya da Leyla", 5 Mayıs 2006 Cuma günü Türkiye sinemalarında gösterime girecek. Uçakan'ın 1995 yılında çektiği "Ölümsüz Karanfiller"den bu yana gerçekleştirdiği ilk uzun metrajlı film projesi olan "Anne ya da Leyla", yitik sevgilisini arayan bir genç adam ile henüz bebekken kendisini bırakıp giden annesinin peşine düşen bir çocuğun yollarının Beyoğlu'nun arka sokaklarında kesişmesini anlatıyor. İnsanları yutan semt Beyoğlu, aslında aynı kişiyi aramakta olan bu iki yol arkadaşına da benzer türden acılı tecrübeler kazandıracaktır.

Fazla söze hacet yok sevgili Uçakan... Ayrıntılı biçimde tanıtmak için filminin basın gösterimini sabırsızlıkla bekliyorum ve her zaman için yanındayım. Yeter ki sen bize böyle hayatın içinden kopup gelen öyküler anlatmaya devam et.

"Allah'ım, bu benim kızım... Benim küçük kızım!"

George C. Scott, yönetmen Paul Schrader ile birlikte "Hardcore Life"ın çekimlerinde...
ABD'nin orta batısındaki küçük bir kasabada mütedeyyin ailesi ve akrabalarıyla birlikte kendi hâlinde bir hayat süren Calvinist Hıristiyan işadamı Jake Van Dorn (George C. Scott), çocukluktan gençliğe yeni adım atmakta olan kızını, okulunun düzenlediği bir geziyle Los Angeles'a gönderir. Düzinelerce öğrencinin katıldığı bu gezi sırasında son derece tatsız bir gelişme yaşanacak ve Van Dorn'un kızı esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolacaktır. Okul yetkilileri onu bulmak için ellerinden geleni yaparlarsa da kayıp kızdan bir daha haber alınamaz.

Ailesine ve namusuna oldukça düşkün biri olan kahramanımız, kızının başına gelenleri öğrenir öğrenmez üzüntüden ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette doğruca Los Angeles'a gider ve hiç alışık olmadığı bu devâsâ kentte polis yetkililerinden umutsuzca yardım dilenir. Ancak, her gün sayısız suçun işlendiği ve pek çok insanın kaybolduğu Los Angeles'ta, hiç kimsenin özel olarak onun kızının peşine düşmeye niyeti yoktur.

Çılgına dönmüş durumdaki Van Dorn, ilk şoku atlattıktan sonra, bu konuda ancak kendi kendine bir şeyler yaparsa sonuca gidebileceğini anlar ve hemen harekete geçer. Öncelikle, türlü türlü iğrençliklerle dolu bu kenti çok iyi tanıyan ve gece hayatına da gayet yakın biri olan kaşarlanmış özel dedektif Andy Mast'ı (Peter Boyle) tutar. Birbiriyle ahlâkî değerler açısından taban taban zıt olan bu ikili, ABD'nin New York'la birlikte en karmaşık ve en tehlikeli metropollerinden biri konumundaki Los Angeles'i hallaç pamuğu gibi atmaya başlarlar. Van Dorn ve Mast'a, batakhanelerdeki bu koşuşturmaları sırasında, kızın kayboluş öyküsünü öğrenip bundan üzüntü duyan Niki adlı genç bir hayat kadını da yardımcı olur.

Yaşlı adam, kendisi açısından son derece mide bulandırıcı ve o oranda da tehlikeli olaylara sahne olan arayışlarını sürdürürken, Los Angeles'ın zifiri karanlık arka planından hayatı boyunca hiç bir zaman görmediği kadar çok sayıda çirkinlikle yüzleşmek zorunda kalır. İnsan tuzağı konumundaki genelevler, birbirinden aşağılık porno yapımcılarının salaş büroları, her türlü sapkınlığın pervasızca pazarlandığı gece kulüpleri ve aklının almadığı daha bir sürü şeytanî ortam... Öyle ki bu süreçte "farklılık arayışındaki seçkin ve zengin kişiler için" 500 dolar gibi anormal bilet ücretlerine 3-5 dakikalık "snuff film"lerin oynatıldığı yasadışı sinemalara bile rastlayacaktır (Snuff, porno mafyası tarafından kaçırılıp kurban olarak kullanılan gerçek insanlara kamera önünde çeşitli işkencelerin yapıldığı ve bu kişilerin en sonunda gerçekten de öldürülüp parçalandığı cinayet filmlerine verilen isimdir. Günümüzde, genellikle sokak çocuklarının ya da kimsesiz kadınların kurban olarak kullanıldığı böyle filmlerin çekildiği ve DVD olarak zengin kişilere pazarlandığı İnterpol tarafından da bilinen bir gerçektir. Ancak, snuff film ticareti son derece sıkı bir iletişim zinciri içinde yürütüldüğünden, faillere çoğu kez ulaşılamamaktadır).

Van Dorn ve Mast, kentteki her pislik yuvasına sabırla girip çıkmalarına karşın, kayıp kızın ne ölüsüne ne de dirisine bir türlü ulaşamamaktadırlar. Bu sefer de bir başka yola başvurur ve bütünüyle kılık değiştirip kendilerine "porno yapımcısı" süsü vererek, bu alanda ünlenmiş bir semtte şirket kurarlar. Amaçları ofislerine gelip giden porno oyuncularından küçük kıza ilişkin ufacık da olsa bir bilgi elde edebilmektedir.

Ünlü Time dergisi, en iyi erkek oyuncu Oscar'ını reddettikten sonra Scott'ı kapak konusu olarak işlemişti.
Sonunda Mast, elinde bir makara süper 8 mm filmle gelerek Van Dorn'a aylar boyunca peşinde koştuğu "hayatî bilgi"yi getirir. Makarada, bütün ömrünü çocuklarının iyi ahlâklı ve namuslu vatandaşlar olarak yetişmesine adamış muhafazakâr bir baba için yıkımın habercisi olan görüntüler mevcuttur. Özel dedektif, artık bir tür kader ortağına dönüştüğü müşterisini de yanına alarak, onu bir kenar mahalle sinemasına götürür ve piyasadan ele geçirdiği o filmi birlikte izlerler. Van Dorn'un 12-13 yaşlarındaki küçük kızı, piyasaya yeni sürülen bu porno filmde başrol oyuncusudur. Tek başına oturduğu sinema koltuklarında perdedeki görüntüleri benliğini adım adım kaplayan bir cinnetin eşliğinde izleyen yaşlı adamın çığlıkları, bu tür şeylere alışkın ortağının bile yüreğini dağlayacak cinstendir. "Allah'ım" diye haykırır Van Dorn koltukta saçlarını yolarken, "Bu benim kızım... Benim küçük, güzel kızım.."

İşte bu unutulmaz sahne, "Hardcore Life"ın simgesi olarak yalnızca filmin posterlerine alınmakla kalmadı, aynı zamanda onu izleyen milyonların da belleğine kazındı.

"Hardcore Life", Hollywood'un gelmiş geçmiş en onurlu, en şahsiyetli oyuncularından biri olan George C. Scott'ın tüyler ürpertici oyunculuk gösterisiyle sinema tarihine geçmiş bir başyapıt. Scott, hayatı boyunca pornografiyle, içkiyle ya da uyuşturucuyla işi olmamış kendi hâlindeki aile babasını olağanüstü bir inandırıcılık içinde canlandırdığı bu etkileyici filmde, Hollywood'un dindar bir aileden gelen "yeni-muhafazakâr" akım yönetmenlerinden Paul Schrader ile birlikte gerçek bir sinemasal manifestoya imza atmıştı. "Çağdaşlaşma" adı altında sinsice yayılarak toplumları, özellikle de genç kuşakları alabildiğine tehdit eden çürüme dalgasını, bunun kentsel anlamda en iyi örneklerinden birini oluşturan Los Angeles'ta çektikleri "Hardcore Life" ile tek kelimeyle dünyaya ifşâ etmekteydiler. Nitekim, iki sanatçının öngörüleri öylesine isabetliydi ki 1979 yapımı "Hardcore Life"a ev sahipliği yapan Los Angeles, günümüzde her on sakininden birinin HIV virüsü taşıdığı bir AIDS kentine dönüşmüş durumda. Nüfusunun dörtte birini eşcinsellerin oluşturduğu bu karmaşık metropol, ayrıca suç istatistikleri açısından da ABD'deki yerleşim merkezleri arasında zirvede yer alıyor.

Türkçe Adı: "Porno Dünyası"
Orijinal Adı: "Hardcore Life"
Yapım Yılı: 1979
Ülke: ABD Yapımı
Süre: 109 Dakika
Yönetmen: Paul Schrader
Senaryo: Paul Schrader
Müzik: Jack Nitzsche Görüntü Yönetimi: Michael Chapman
Kurgu: Tom Rolf
Oyuncular: George G. Scott, Peter Boyle, Season Hubley, Dick Sargent, Larry Block, İlah Davis, Paul Marin, Leonard Gaines, Dave Nichols, Gary Graham
Uluslararası İzleyici Yargısı: 6.3 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)

Hollywood'un kendine özgü kişiliklerinden biri olan George C. Scott'un böylesine anlamlı bir senaryoda rol almayı kabul edip, o göz kamaştırıcı oyunculuğuyla perdede Van Dorn karakterine âdeta hayat vermesi, salt parasal nedenlerle yapılmış bir profesyonel tercih değildi elbette. Oyunculuktaki başarısı kadar özel hayatındaki onurlu çizgisini de daha önce vurguladığımız bu büyük aktör, 1971 yılındaki Oscar törenlerinde, o yıl "General Patton" rolüyle kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülünü almayı reddetmişti. Ödülü reddetmek için Oscar töreninin düzenlendiği salona bile gitmeyen ve evinde televizyon izlerken ödül komitesine, "O heykeli alıp başınıza çalın" mesajı gönderen Scott, daha sonra yaptığı bir açıklamayla bu eyleminin "ABD'nin gerçekleştirdiği kızılderili soykırımına yönelik bir tepki olduğunu" belirtmişti. Hollywood'un kibirli patronlarını çılgına çeviren bu cesur reddiye, sonraki yıllarda ise ünlü aktörün kalitesine uygun roller almasını da büyük ölçüde engelleyecekti. Scott, tepkisinin bedelini, kariyerinin Oscar faslından sonraki döneminde ardarda bir dizi düşük bütçeli önemsiz filmde oynayarak çatır çatır ödedi. Ancak bir tek gün bile bu durumundan şikayet etmedi. Arada "Hardcore Life" ve "Changeling" gibi bazı sıradışı yapıtlarda rol alma şansı bulabildiyse de sonuç itibarıyla sektörde feci şekilde harcandı ve 1999 yılında yalnız bir adam olarak hayata gözlerini yumdu. 1971'deki Oscar faciasını unutmayan Akademi de o tarihten sonra üstlendiği başka hiç bir rol için kendisini bu ödüle aday olarak göstermedi. Halbuki Scott, onun yeteneğini tarafsız bir gözle izleyenler açısından, Van Dorn karakteriyle 1979 yılı ödüllerinin de yine açık ara favorisiydi.

"Hardcore Life", hayattaki doğruların gerektiğinde Hollywood'un tam orta yerinden dahi dile getirilebileceğinin kanıtı olan bu ayrıcalıklı oyuncunun, "Dr. Strangelove" (1964) ve "Patton" (1970) ile birlikte gelmiş geçmiş en üstün üç performansından biri olarak kabul ediliyor.

Filmin Türkiye'de DVD ya da VCD'sinin olup olmadığını mı sordunuz? Unutun gitsin, Türk üreticilerinin Harry Potter basmaktan böyle filmleri keşfetmeye vakti mi kalıyor sanıyorsunuz!

Yurtdışı bağlantılarınız var ise en kısa zamanda Almanya ya da İngiltere'den temin edip izlemeniz gereken gerçek bir başyapıt. Özellikle de kız çocuk babalarının görmesi şart. Ancak, konusunun geçtiği mekânlar gereği içerdiği kısmî müstehcenliğe de dikkati çekmemiz gerekiyor. Yalnız izlemek ve dünyanın nasıl olup da bu kadar kirli bir yere dönüşebildiği üzerine derinlemesine düşünmek için...

'Stilize edilmiş şiddet'te bir zirve

Bruce Lee, üç önemli filminde kendisine karşı "kötü adam"ı oynamış olan dünya karate şampiyonu Bob Wall ile sette...

Efsanevî uzakdoğu savunma sporları ustası Bruce Lee, hiç kuşkusuz ki sinema oyuncusu olmak için yaratılmış biri değildi. Duygusallıktan uzak kriterlerle incelendiğinde, ölümüne kadar rol aldığı filmlerin pek çoğunda sergilediği oyunculuğun, bırakın vasatı tutturmayı, düpedüz içler acısı bir düzeyde olduğu görülür. Ancak, işine tutkuyla bağlı bu hiper-aktif adamın kısacık ömrüne sığdırdığı bir avuç B-sınıfı serüven filminde -günümüzde ondan izler taşıyan filmler çektiğini iddia eden Quentin Tarantino'da kesinlikle bulunmayan türden- çok farklı bir özellik gözlenir. Ki o özellik de "içtenlik"dir. Zorlu bir dövüş hareketini, gerektiğinde sakatlanmak pahasına, ama elinden geldiğince zarif ve inandırıcı biçimde gerçekleştirmek için ortaya konulan alabildiğine yoğun bir içtenlik...

"Martial Arts" olarak da adlandırılan savunma sporlarında başlıbaşına yeni bir ekolün kurucusu ve yayıcısı olan Bruce Lee, bütün filmlerindeki dövüş kareografilerini doğrudan doğruya kendisi hazırlardı. O yüzdendir ki ünlü yıldızın serüvenleri, ölümünün üzerinden otuz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bile, içerdikleri onca teknik soruna karşın sırf estetik yetkinlikleriyle de olsa kitleleri günümüzde hâlâ aynı coşkuyla ekran başına toplayabiliyorlar. Bir Bruce Lee filminde "kötüler" mücadeleden asla galip ayrılamaz, günahsız insanların kanı da kesinlikle yerde kalmaz. Aynı şekilde, kahramanımız istikrarlı bir biçimde her yeni öyküsünde "ezilen sınıfların temsilcisi" olarak karşımıza çıkar. Kimbilir, şiddet sinemasının kan revan içindeki çağdaş örnekleri karşısında aslında bir hayli naif kalan Lee'yi bugün bile rakipsiz kılan yönü belki de bu olmalı. Filmlerinin içerdiği o şaşmaz "adalet duygusu" ve rol yapmadaki yeteneksizliğini dövüş sahnelerindeki olağanüstü kareografileri sayesinde başarıyla örtebilmesi...

Bu hafta "Sine-Bulmaca"da sizlerden, bu ünlü dövüş ustasının tamamlayamadan öldüğü son filmini hatırlamanızı isteyeceğiz. Anılan filme başlayıp bazı önemli sahneleri çektikten sonra "Ejder'in Üç Fedaisi" (Enter the Dragon) adlı -günümüzde artık klasik mertebesine erişmiş durumdaki- bir başka proje için teklif alan Lee, gelen bu yeni teklifin çok daha iddialı bir yapım olması nedeniyle ilkinin çekimlerine ara vermiş ve Hong Kong'da kurulan setlerde öncelikle "Ejder"i tamamlamıştı. Sonradan kendi türünün aşılmaz yapıtları arasına giren bu filmin gişede büyük bir başarı kazanmasıyla birlikte yeniden yarım bıraktığı projeye dönen ünlü yıldız, eksik bir kaç planı daha çektikten sonra 20 Temmuz 1973 günü, henüz 33 yaşındayken geçirdiği bir beyin kanaması sonucu hayata vedâ edecekti. Söz konusu film, Lee'nin beklenmedik ölümü nedeniyle yarıda kaldığında senaryonun henüz yalnızca yüzde 50'lik bir bölümü çekilebilmişti. Ancak, filmin -Lee'nin bir önceki filmi "Ejder"i de çeken deneyimli yönetmeni- kimi önemsiz sahnelerde yıldızın geçmiş yıllarda rol aldığı yapımlardaki görüntülerini kullanarak, kimi sahnelerde de ona benzeyen Çinli bir dublörle çalışarak, bu talihsiz projeyi 1978 yılında zorlukla da olsa tamamlamayı başardı. Başına gelen türlü felaketlerden dolayı, kaçınılmaz biçimde ciddi anlatım kopuklukları içeren film, buna karşılık gösterime çıktığında sırf büyük ustanın son çalışması olması nedeniyle bile dövüş sporları tutkunları arasında büyük ilgiyle karşılandı ve zaman içinde kendi türünün önde gelen örneklerinden birine dönüştü. Derin çatlaklarla akıp giden öyküsüne boş verip sırf Lee'nin bir kung-fu müsabakasını âdeta bir bale gösterisine çeviren o benzersiz stilize oyunculuğu için izlendiğinde, filmin birbirinden etkileyici sahnelerle dolu olduğu görülür. Özellikle de dönemin dünya karate şampiyonu Bob Wall ile bir dövüş salonunun soyunma odasında yaptığı ölümcül dövüş, bugün bile martial arts türü içinde çekimi oldukça zor sahneler arasında kabul edilmektedir.

Bruce Lee'nin, öykünün son yarım saatinde giydiği ünlü "sarı eşofman"ıyla serüven sinemasında bir simgeye dönüşmüş olan bu son yapıtının İngilizce ve Türkçe adını, Amerikalı yönetmeninin adını, özgün müziklerini hazırlayan İngiliz bestecinin adını ve de finalde kendisiyle soluk kesici bir dövüş gerçekleştirdiği dünyaca ünlü Müslüman sporcunun adını biliyor musunuz? (Söz konusu Müslüman sporcu, gerçekte bir film yıldızı olmamasına karşılık, Bruce Lee'nin kung-fu dersi verdiği dostlarından biriydi. Ve onun hatırını kıramayarak bu filmde "konuk oyuncu" sıfatıyla kısa bir rol almıştı. Sonuçta da bu sıradışı ikili, sinema tarihinin en heyecan verici dövüş sahnelerinden birine imza attılar.)

Doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 20 Nisan 2006 Perşembe günü saat 11.00'e kadar sinebulmaca@yahoo.com elektronik posta adresine gönderen okurlarımız arasından bilgisayarda rastgele tercihle seçilecek olan üç talihli, Amerikalı yönetmen Andrew Niccol'un "Savaş Tanrısı" ("Lord of War" / Oynayanlar: Nicholas Cage, Jared Leto, Ethan Hawke) adlı filminin birer DVD'sini kazanacaklardır. Hepinize iyi şanslar...


GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
10 okurumuza Oscar'lı "Çarpışma"

7 Nisan 2006 Cuma günü sorduğumuz soruların doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: "The Shining"
- Türkiye'de Yaygın Olarak Bilinen Türkçe Adı: "Cinnet"
- Yapım Yılı: 1980
- Yönetmeni: Stanley Kubrick
- Başrol Oyuncuları: Jack Nicholson, Shelley Duvall, Danny Lloyd, Scatman Crothers, Barry Nelson, Philip Stone
- Filme Kaynaklık Eden Romanın Yazarı: Stephen King

Yarışmamız bu hafta kendi rekorunu kırdı ve yurdun dört bir yanından gelen toplam 283 cevap ile başlangıcından bu yana gözlenen en yüksek katılım oranına ulaştı. Bunlardan ise toplam 245 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi, yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
13 Nisan 2006 Perşembe Saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rastgele seçtiği talihlilerimiz şöyle:

- Fehaddis Muslu / KAYSERİ
- Betül Demir / DİYARBAKIR
- Ayşegül S. Serin / ANKARA
- Hasan Dal / SİİRT
- Abdülvasa Sonsuz / İSTANBUL
- Hakan Türker / HATAY
- Muhammed Savaş Pat / İSTANBUL
- Pınar Yeşilot / AKSARAY
- Ali İhsan Kabadayı / AFYON
- Metin Bate / KÜTAHYA

Talihlilerimizin armağan DVD'leri, Oscar ödüllü "Çarpışma" ("Crash" / Yönetmen: Paul Haggis) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir.

Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"


  • Ali Murat Güven: Cenifır'a 'kürklerini' de soracak mısın sevgili Beyaz?



      DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 7 Nisan 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 31 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 24 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 17 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 10 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 24 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 17 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 10 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 27 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 20 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 13 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 6 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi