T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 29 NİSAN 2006 CUMARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Borç olarak alınan bir adın öyküsü

İşaret parmağımı bir taşa doğru uzatıyorum; zira o taşı bir dostuma göstermek istiyorum. 'Parmağım' ile 'taş' arasında, ben onu, taşı göstermek için uzatmadığım takdirde hiçbir alâka yok. Burası açık. Bağıntıyı var-eden benim amacım. Böyle bir amacım olmasaydı, hiç kuşkusuz ki 'parmağım' ile 'taş' arasında herhangibir bağıntı, herhangi bir nisbet, herhangibir alâka bulunamayacaktı. Amacı açığa çıkaran ise 'niçin' sorusu: "Parmağını niçin uzatıyorsun?"

Cevap verilmişti: "taşı göstermek için..."; yani taşı göstermeyi amaçladığım için... Gösterme (delâlet) işleviyle birlikte zorunlu olarak iki sıfat daha ortaya çıkıveriyor: 'gösteren' (dâll) ve 'gösterilen' (medlûl). Gösteren: 'parmağım'. Gösterilen ise: 'taş'.

'Parmağım' ile 'taş' arasında bizâtihi bir alâka, bir nisbet, bir bağıntı bulunmamasına karşın, 'gösteren' ile 'gösterilen' arasında lüzumlu bir alâka var; yani parmağım'dan bağımsız olarak taş'ı, taş'tan bağımsız olarak parmağım'ı tasavvur edebiliyorken, 'gösteren' ile 'gösterilen'i aslâ birbirinden bağımsız olarak tasavvur edemiyorum. Gösteren olmasaydı, gösterilen de olmayacaktı. Bunun tersi de doğru. Çünkü her ikisi de birbirini lüzûm ettiriyor. Daha farklı bir surette ifade edecek olursak, aralarındaki lüzum'un tam karşılığı: 'telâzüm'; yani karşılıklı gerektirme. Gösteren'i 'lâzım', gösterilen'i 'melzum' olarak adlandırırsak, gösterme'nin kendisini de pekâlâ 'lüzum' ve/veya 'telâzüm' olarak adlandırmak zorunda kalırız. Bu durumda her gösterme teşebbüsünün, gösteren ile gösterilen arasında zorunlu bir bağıntıya (lüzum) yol açacağından emin olabiliriz.

Acaba 'ismim' ile 'benim' arasında da böylesine zorunlu bir alâka, zarurî bir nisbet var mı? Sözgelimi 'ismim'i 'kendim'den nasıl ayırabilirim? Gerçekten de ayıra-bilir miyim?

'Dücane'nin ben'le, benim'le alâkası tamamen uylaşım gereği, Mantıkçılarımızın tabiriyle aradaki alâka: 'lüzum-ı ittifakiye'. 'Dücane' adı ben'den vazgeçebilir, ben de bu addan... Başka 'Dücane'ler de var çünkü. Bu isim sadece beni göstermiyor; başkalarını da kapsamı altına alıyor. Şikâyet edemem; zira isteseydim eğer, ben de benim'i başka bir isimle adlandırabilirdim ki hâlâ böyle bir tercihte bulunma hakkına sahibim. Adsıza bile 'Adsız' adının koyulduğu düşünülürse, arkaplandaki lüzûm ilişkisi hiç ama hiç değişmeyecek demektir. Sonuç itibariyle belirli bir isim yerine, belirsiz bir ismi tercih etmiş olmayacak mıyız? Üstelik bu işlemi birkaç kere tekrarladığımızda, 'adsız' dahî çaresiz belirli bir isim, yani 'Adsız' hâline gelmeyecek mi? Pek tabii ki gelecek; ve bizler yine aklın yasalarından kurtulmak imkânı bulamayacağız.

İnsanoğlu niçin bazen kendi ismini kullanmaktan kaçınır? Bu soruya birbirinden farklı birçok cevap verilebilir. Ben burada sadece bir tanesini zikredeceğim:

"Bir suç ortaklığından kaçınmak için."

Kendi hayatımdan bir misâl vereyim: Cemil Meriç'in "Kültürden İrfana" (İstanbul, 1986) adlı eserinin jenerik sayfasına bakanlar 'tashih' başlığı altında iki isme rastlayacaklardır: Bu isimlerden biri, "Abdullah Cündi'dir. (Diğeriyse âdet gereği oraya iliştirilmişti.) 24 yaşındaydım ve İnsan Yayınları'nda redaktör olarak çalışıyordum. Meriç külliyâtının basım hakkını alan ve bu kitaptan sonra bu hakkını kaybeden yayınevinin o zamanki editörü, kitabın tashihini, iş aciliyet kesbettiği için bu fakire tevdî etmişti. Gözden geçirmesi için, basılan formaları, o zamanlar Caddebostan'da ikamet eden Mahmut Ali Meriç'e de ben ulaştırıyor, daha sonra da tashih okumalarını yapıyordum.

Düzeltmeler o kadar yoğun idi ki matbaacı, yayınevinden -hâfızam beni yanıltmıyorsa- 25 bin lira tutarında ek ödeme talep etti. Bu talep ise ne yazık ki karşılanmadı ve matbaacıya düzeltmeleri dikkate almaksızın kitabı basması talimatı verildi. Hâl böyle olunca, ben de uygulanmayan tashihlerime rağmen 'tashih' adı altında gerçek ismimin yer almasına râzı olmadım.

Bu kitap bir daha basılmak şansına erişemedi. İnsan Yayınları da Cemil Meriç külliyatına devam edemedi. (Mahmut Ali Meriç'e göre, 'edemedi' değil, 'etmedi'.)

Bu zavallı kitabın yazgısı bu kadarla bitmiyor. Mahmut Ali Meriç'in otoritesine (!) güvenilmesi sebebiyle ve İletişim Yayınları'nın da katkısıyla, kitabın aslını göremeyenler, çaresiz, kitabın 1985'de basıldığını sanıyorlar. Üstelik Kültür Bakanlığı tarafından bu ay neşredilen "Cemil Meriç" kitabının kaynakçası da özenle aynı hatayı sürdürüyor.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi