T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 15 ŞUBAT 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


BAŞÖRTÜSÜ VE KÖTÜ ÖRNEK OLMAK!

Haya diye bir kavram vardı hayatımızda. Kâmil insan tipinin en belirgin özelliklerinden biriydi, haya. Ancak ne zaman ki, yaşam kavramı hayat kavramının yerine zorla yerleştirilmeye çalışıldı; işte o zaman, hayat da, haya da hayatımızdan çıkıp gitti!

Başörtüsü, göstergebilimsel olarak, öncelikli olarak haya'nın sembollerinden biridir. Şimdi, haya'nın gündelik hayatın en mükemmel zirve noktalarından birini taçlandırdığı Osmanlı medeniyeti gibi bir "ikinci saadet asrı"nın çocuklarına birileri, "başörtüsü, çocuklarımıza kötü örnek teşkil edebilir" diyebildi!

Hayasızların, pavyonlara dönüşen televizyon ekranlarında cirit attığı, çivisi çıkmış bir ülkede, hayadan nasibini almamış birilerinin başörtüsünü "çocuklarımıza kötü örnek oluşturacak" bir sembol olarak değerlendirmeleri, affedilecek bir şey değildir.

Dikkat edin: Toplum laikleştikçe, ahlâkî duyarlıklar da, değerler de, kültür de çözülüyor. Bencillik, çıkarcılık, köşe dönmecilik, hırsızlık, uyuşturucu, türlü sapkınlık biçimleri hızla tırmanma eğilimi gösteriyor. Hayasızlık, her bir tarafta kol geziyor ve sınıf atlamanın, uçuk, kaçık, sapkın ve bencil bir hayatın, kısacası sözümona iyi bir hayat sürdürmenin sembolü katına yükseltiliyor. Oysa, başörtüsü yasağı, her tür hayasızlığın, sapkınca hayat tarzlarının önünü açıyor. Başörtüsü, kucaklayıcı, adil ve nezih bir hayat tarzı sunan bir medeniyet tasavurunun en önemli simgelerinden biridir: Kişinin kötülüklerden sakınmasının, iyilikte yarışmasının, bedenine sahip çıkmasının en güçlü sembollerinden biri.

Bugün düşünce gündemimize, Türkiye'de "beden felsefesi" üzerinde çalışan handiyse tek yetkin bir kalemin, genç kuşağın kadın-düşünür yazarlarından Nazife Şişman'ın başörtüsü yasağını, İslâm'ın kamusal alandan uzaklaştırılması, laik sembollerin ve hayat tarzının gündelik hayatı ve kamusal alanı zoraki olarak doldurması sorunsalı ekseninde tartıştığı nefis bir yazısını alıyoruz. (YUSUF KAPLAN)


Sınıfsal ayrımcılık kıskacında Türk aydını ve türban yasakları

  • NAZİFE ŞİŞMAN
    Türban siyasi olarak kullanılıyor suçlaması yöneltildi, bugüne dek hep başörtülülere. Evet gerçekten "türban" siyasi olarak kullanılıyor. Ama kimin tarafından? Dini inancı gereği başını örtenlerin haricinde, neredeyse herkes tarafından. Bugünlerde başörtüsü üzerinden bir takım gündemler oluşturulması da bunun en bariz göstergesi. Bu "dosya"ların tedavüle sokulmasının ardında, muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili hesaplar var. Dini hassasiyetleri olan iktidar partisinin elini zayıflatmak üzere karşıt siyasi hesapları olan bir takım insanlar, harekete geçti.

    HER ŞEYİN ÜZERİNİ ÖRTEN BİR ÖRTÜ

    Başörtüsü, bir örtünme biçimi. Ama Türkiye'de ne zaman siyasal hesaplaşmada üzeri örtülmesi ya da tahrik edilmesi gereken bir mesele ortaya çıksa, hemen raftan indiriliyor bu örtü. Bir şeyleri örtmek için. Yani 'türban sorunu'nun kendisi bir örtü. Her şeyin üzerini örten bir örtü.

    Önce kadınların başı açık namaz kılması taşındı manşetlere. Din ve kadın özgürlüğü karşıtlığı çerçevesine tıkıştırılmaya çalışıldı, bu münferit eylem. Ardından ders kitaplarında Latife Hanım'ın çarşaflı resminin yer alması gündeme getirildi. Kitap yayınlanalı uzun bir süre olmasına rağmen, nedense yeni farkedilmişti bu durum. Ve sanki fotoğraf, Latife Hanım'ın hayatının uzunca bir dönemini yansıtan bir görüntü değil de fotomontajmış gibi bir infial yaratılmaya çalışıldı.

    Bu esnada Danıştay'ın kararı ve YÖK Başkanı Erdoğan Teziç'in gazetelere yansıyan görüşleri geldi. Karikatür tartışmaları ile 'medeniyetler çatışması' sahnelenemeye çalışılan genel dünya konjonktürü içinde, Türkiye'de de daha küçük ölçekli bir çatışma örgütlenmeye çalışıldığı söylenebilir. Kısaca ifade etmek gerekirse, Danıştay'ın okula geliş gidişte "türban" takan öğretmenin bu davranışını laikliğe aykırı bulduğu gerekçesiyle memurlara sokakta da türban yasağını getirmesi, hukuki değil, tamamen siyasi bir karardır.

    Bu nedenle Danıştay kararlarının anayasaya uygunluğu, AİHM'e başvuru gibi hukuki süreçlere ümit bağlamaktan ziyade siyasal bir tartışmanın ve uzlaşmanın yolları aranmalı, öncelikle. Bu uzlaşmada Türkiye'de benim asıl muhatap almak istediğim, bir takım koruyucu reflekslerle hareket eden 'devlet'ten ziyade, her fırsatta özgürlükler için seferber olan 'aydınlar'. Hukukun da, kamu alanı, kamusal alan, kamu mekanı vs. gibi yasağa gerekçe oluşturan kavramların da bir kez tanımlanıp sabitlenecek hususlar olmadığını konuşup tartışması gereken 'aydınlar'.

    KAMUSAL ALAN, BATILI / LAİK OLMALI

    Başörtüsü, hep sorun ve yasak dolayımından gündeme geldiği için, meselenin toplumsal ve tarihsel boyutu unutuluyor. Ve sanki ezelî ve ebedî bir meseleymiş ve bugünkü durum ya da "çözüm" nihai imiş gibi bir tavır içine giriliyor. Oysa şu bir gerçek ki, başörtüsünün sorunsallaşması, doğrudan modernleşme sürecimize içkindir.

    Modern Batı karşısında hissedilen "gerilik", en fazla kadınların tesettürü alanında kendisini göstermişti. Bu nedenle, konjonktürel olarak peçe, çarşaf, sıkma baş, başörtüsü, türban gibi farklı isimler alan tesettür, hem batı karşısındaki gerilik ve ezikliğimizin sebebi, hem de göstergesi olarak kodlanmıştır. Modernleşme yukarıdan aşağı vuku bulduğu ve üst sınıfların batılı hayat tarzını benimseme süreci olduğundan, kamusal alan, ayrıcalıklı batılılaşmış hayat tarzının alanı olarak kabul edilmiştir, Türkiye'de. Bu nedenle de bu tarzı bozacak olan hiç bir unsurun kamusal alanda yer almasına izin verilmemiştir. Bunların başında ise başörtüsü gelmektedir. Gerilik-taşralılık-köylülük-görgüsüzlük-cehalet vs. gibi pek çok çağrışımları vardır başörtüsünün. Yani başörtüsünün sınıfsal bir ayrım noktasına işaret ettiği söylenebilir.

    BAŞÖRTÜSÜ NEYİ TEHDİT EDİYOR?

    Türkiye'de laikçi kesim, 80li yıllardan itibaren bu ikili karşıtlık zincirini bozan eğitimli/kentli başörtülü kadınlar olgusunu anlamamakta inat ederken, bu ideolojik/sınıfsal ayrımı muhafaza etmekte ısrar etmiştir. Bu konuda en büyük koz olarak da laikliği, daha doğrusu laikliğin belli bir tanımını kullanmışlardır. Bu tanımda batılı hayat tarzının biricikliği öncelenir. Ve bu öncelik nedeniyle, dînî ibadet ve sembollerin kamusal izharı, hem laikliğe aykırı bir durum olarak algılanır, hem de rejime tehdit olarak. Çünkü kamusal alan, kamu alanı yani devletin alanı olarak kabul edilir.

    Aslında köprünün altından çok sular akmış ve örnek alınan Fransa'da bile vatandaşlık, farklı kimliklerin kamusal temsili gibi konular tartışılmaya başlanmıştır. Buna rağmen Danıştay'ın sokakta başını örten öğretmenin laikliği ihlal ettiği şeklindeki iddiayı bu kadar rahat dile getirebilmesi, kamusal alanın ve laikliğin sabit ve donmuş bir tanımı olduğu iddiasından güç almaktadır.

    Bu hak ihlalinin aydınlarda hiç bir infial uyandırmamasının ardında, laikçi zihniyetin, başörtülüleri, kamusal alanda "eşitler" olarak görmek istememesi yatar. Bu nedenle hep köydeki kadının, babanenin başörtüsünden bahsedilir. Babaannelerin örtüsü rahatsız etmez laikleri, çünkü onlar özel alanda oturur, öğretmenlik falan yapmaya kalkmazlar. Sınıfsal bir paylaşım iddiaları yoktur.

    MODERNLİĞİN BEKLENTİLERİNİ BOŞA ÇIKARMAK

    Bugün sorun, başörtülü bir kadının, kamusal alana çıkması. Hem kamusal alanda "eşitlik" iddiasında bulunması, hem de laiklerin "ilerleme, modernleşme" beklentilerini boşa çıkarmasıdır. Madem modern eğitim alıyor, kente geliyor, o halde başörtüsünü bırakmalıdır. Çünkü bu anlayışta başörtüsü ve genelde de din, modernleştikçe uzaklaşılacak, geride bırakılacak bir unsurdur.

    Yeni kurulan Cumhuriyet, belli bir laiklik ve vatandaşlık tanımını benimsemişti. Bu, katı bir laiklik tanımıydı ve vatandaştan da her tür kimliğini özel alanda bırakması bekleniyordu. Bugün özgürlük, demokrasi gibi pek çok kavram yeniden tanımlanırken laikliğin bu katı tanımının da ve bu tanımın neden olduğu hak ihlallerinin de yeniden ele alınıp değerlendirilmesi gerekiyor. Peki, bunu yapacak olan aydınlar nerede?

    AYDIN, "İNSAN"LARIN HAKKINI KORUR, "TÜRBANLILAR"IN DEĞİL

    Aydınlar ve belli bir kemikleşmiş kesim, bir öğretmenin dînî bir pratiği, bırakın okulda, devlet dairesinde, kamu mekanı dışında bile uygulamasının yasaklanmasını, neden bir hak ihlali olarak görmüyor? Oysa hassasiyetleri olan konularda 'özgürlüğü koruma' reflekslerinin hemen devreye girdiğini gördük. Mesela, Orhan Pamuk'la ilgili dava açıldığında, hemen bütün köşe yazarları onun ifade özgürlüğünü savunmayı bir görev bildi.

    Mesele başörtüsü olunca, bazıları Hakkı Devrim örneğinde olduğu gibi sokaklara kadar yayılmaya çalışılan bir müdahaleyi sadece kendi konformizmi açısından değerlendirdi: "Türbanın kaderimizi etkilemesini biz galiba önleyemeyeceğiz" (Radikal, 10.02.2006). Güneri Civaoğlu ise, Abdullah Cevdet'in "Kur'ân'ı da kadınları da aç" çözümünün işe yaramayışından, yani Kur'ân'ı açınca tam tersine kadınların kapanmasından müşteki: "Onları (türbanlıları) hep anlamaya çalışmışımdır. Sızılarını hissetmişimdir," sözlerini havada bırakacak şekilde, bir kadının sokakta başını örttüğü için mesleğini kaybetme tehlikesi münasebetiyle yazdığı yazıda bile, başı açık kadınların Müslümanlığını savunmaya öncelik veriyor (Milliyet, 12.02.2006).

    İKİNCİ SINIF MUAMELESİ

    Bu yaklaşımın arka planında yukarıda değinilen bir kaç husus var. Birincisi modernleşme, kentleşme sürecini tecrübe eden herkesin aynı batılı görüntüye kavuşacağı şeklindeki ham hayal. "Madem eğitim almış, kentlileşmiş benimle eşit ilişki kuracak bir toplumsal konumda hak iddia ediyor, o halde benim gibi olmalı, yoksa yerini bilmeli" yaklaşımı bu. Başörtülü bir kadın "yer"ini bilmiyorsa, o zaman gördüğü muameleyi hak etmiştir.

    İkincisi ise modernleşme-sekülerleşme sürecinde, dinin kamusal izharının yasaklanması ve dinin vicdanlara hapsedilmesi gerektiği, daha doğrusu, zaten doğal sürecin bu olduğu şeklindeki kanaat. Böyle olunca bir takım zorlayıcı tedbirlerle bu süreci hızlandırmakta ne beis olabilir?

    Fakat bunların da ötesinde asıl mesele, "başörtülüler" denilen "güruh"un pek de kendileriyle aynı anlamda "insan" olmadığı şeklindeki örtük ön kabuldür. Yoksa, her fırsatta özgürlükten, haktan, hukuktan bahseden "aydın"ların, kişilerin özel hayatını da içine alan bu korkunç müdahale karşısında, birden bire dut yemiş bülbüle dönmeleri nasıl açıklanabilir?

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi