T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 15 ŞUBAT 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Mustafa KUTLU

Bu toprağın renkleri, kokuları...

Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor. Ekinci ve akıncı olan cetlerimiz, ayak bastıkları toprağı boş bırakmadı. Kolonizatör Türk dervişleri, kurdukları zaviyelerin etrafını şenlendirdiler. Her yan baharda bir yeşil ekin denizi olup çıktı. Rüzgâr gelincik kırmızısı, papatya sarısı ve turuncu dağ lâlelerinin üzerinden geçerken de güzel türkülerini söyledi.

Üzerinden gün eksilmeyen Anadolu bozkırları, başaklar olgunlaştıkça, otlar saradıkça sarının bütün tonlarını parlatmaya başladı.

Meşeler göverdi, salkım söğütler yeşil-ipek saçlarını durgun akan ırmaklar üzerine bıraktı. Sürülen tarlalardan fışkıran kahverengi, yeşil çayırlar ve sarı buğday tarlaları ile bütün bir yaz Van Gogh tabloları oluşturdu. Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mâbetlerimizi maviye garketmiştir. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk Mavisi (Turkuvaz) olarak anılmaya başlamış.

Horasan erenleri, o bölgelerden gelirken, bu mavinin cetlerini birlikte getirmişlerdi zaten. Anadolu onu bir başka işledi, Boğaz'ın firuze rengini kattı ona, Kütahya'nın, İznik'in havasını, toprağını, suyunu kattı; Mevlâna'yı, Emir Sultan'ı, Hacı Bayram Veli'yi karıştırdı.

Böylece Sultanahmet Camii "Mavi Cami" diye şöhret buldu; türbeler, camiler mavi ağırlıklı çinilerle bezendi.

Beyazın ve mavinin hakimiyeti içinde yine bize has bir kırmızının, narçiçeği ile gelincik arası bir kırmızının özellikle benekler halinde kullanıldığını gördük.

Onun ardından lacivert geliverdi. Bu elbette yıldızlarını yere indiren bozkır gecesinin laciverdi idi. Balıkçı tablolarının, İstanbul lâlelerinin ve bayrağın kırmızısı çerçeveyi tamamladı.

Çerçeve çınarın, ıhlamur ve kestane yaprağının, Karadeniz ve Bolu ormanlarının tere, nane ve maydanozun, cennet sembolü yeşilin kollarına bırakıldı.

Bütün bu ana renkler ara renkler ile zenginleştirildi. Çividî, tahinî, kurşunî, ebrulî, limon küfü, toz pembe vb... Üstat Ahmet Rasim bu asrın başında Galata Köprüsü üzerinde gelip geçen hanımların çarşaf, ferace, yaşmak renklerini sayarken yirminin üzerinde renk kullanıyor.

Bu renkler her bahar leylak kokuları, sümbül kokuları ile tarazlandı.

Ardından güller açtı, Isparta'dan Artvin'e kadar.

Yağmurun çiselediği akşam saatlerinde uzaktan uzağa iğde kokuları duyuldu.

Taze sağılmış süt, yeni biçilmiş çimen, dalından koparılan kayısı ve bütün bir kış sokakları dolduran portakal-limon kokuları bizi sarıp sarmaladı. Mısırçarşısı'ndan, Çemberlitaş baharatçılarından türlü baharat kokuları yayıldı. Bütün şark dünyasının efsunlu masalları, bu kokularla birlikte, kış geceleri mangal başında patlayan mısır kokusuna, közde patates buğusuna karıştı.

Bütün bu renkler, kokular, sesler ve görüntüler nerede?

Ağır bir duman altında solumaya çalışan şehirlerimizin karmakarışık gürültüsü, tozu, isi, pisliği arasında nasıl kayboldular?

Bu memleket ne zamandan beri bir baştan bir başa kebap kokmaya başladı?

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi