T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 20 TEMMUZ 2006 PERŞEMBE
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Davut DURSUN

Saldırgan kim, mağdur kim?

Devletler arasındaki ilişkilerde temel belirleyici faktör veya faktörlerin ne olduğu hep tartışılmıştır. Bu tartışmalarda yaşanan fiili durumla olması gereken arasındaki farka dikkat çekilmiş, olanla olması gerekenin birbirine yaklaştırılması gerektiği üzerinde durulmuştur.

Bu çerçevede iki farklı yaklaşımın öne çıktığı gözlenmektedir. Bunlardan biri yaşanan fiili duruma bakıp bunun tarihsel süreçte ortaya koyduğu gelişmelere dikkat çeken "gerçekçi-realist yaklaşım" olarak ifade edilen yaklaşım iken diğeri yaşanan fiili durumu ve gelişmeleri bir yana bırakarak olması gereken üzerinde duran ve genelde belli değerler ve kurallara göre bu ilişkilerin işlemesi gerektiğini savunan "idealist yaklaşım"dır.

Aslında bütün sosyal olay ve gelişmelerde olan ile olması gereken arasındaki tartışmalar, felsefe ve normatif yaklaşımlar ile sosyolojik yaklaşımlar arasındaki farklılığı ortaya koşmuşlardır. Genel olarak felsefi ekoller, dinler, ideolojiler belli bir toplum ve düzen tasarımına sahip olup bunu hayata geçirmek ve yaşanabilir kılmak için kitlelere benimsetmeye çalışmışlardır. Bir norm, ölçü ve kural koyarak eleştiri konusu olan mevcut düzeni yeniden kurmaya yönelmişlerdir. Bu bakımdan felsefi ekoller, dinler ve ideolojiler her zaman bir ideal tasavvuruna sahip olmuş ve devamlı hayatın her alanına çeşitli normlar getirmişlerdir.

Devletlerarası ilişkilerde de yaşanan mevcut durum ile olması gereken ideal bir durum olduğu savunulmuştur. Belli bir ideal durumu savunanlar, genelde ahlaka, değere, hukuka ve kabul edilebilir ölçülerde bir sisteme önem vermiş ve mevcut durumun adaletsiz, hukuksuz ve haksız niteliklerine eleştirel bakmışlardır.

Bu yaklaşımların temelinde devletlerarası ilişkilerde temel belirleyici faktörün güç mü, hukuk mu olacağı sorusu yatmaktadır. İlişkilerin temelinde güç olduğunu savunanların en büyük dayanakları tarihsel ve güncel fiili durum ve gerçekliktir.

Gerçekten de insanlık tarihine bakıldığında toplumlar ve devletler arasındaki ilişkilerde, her dönemdeki eleştiri ve tartışmalara rağmen, güç temel belirleyici faktör olmuştur. Her zaman güçlü olan kazanmış ve haklı olmuştur.

Bunu son günlerde yeniden gündeme gelen İsrail'in saldırılarına ilişkin yorum ve değerlendirmeler nedeniyle hatırlama ihtiyacı duydum. Filistin ve Lübnan'a saldırılarını "kendisini savunma hakkı", "güvenli sınırlar dahilinde yaşama hakkı" gibi kavramlarla meşrulaştırmaya çalışan İsrail'in meşruiyeti güçten mi, yoksa hukuktan mı gelmektedir? Öyle fazla analiz yapmaya, tartışmaları sürdürmeye hiç gerek yok; İsrail güçlüdür ve haklıdır anlamında bir sonuçla karşı karşıya bulunuyoruz. İsrail'in gücü sadece kendi imkanlarından değil kendisine sınırsız destek veren Amerika Bileşik Devletlerinin ve Batılı güçlerin desteğinden ve sağladığı imkanlarından ileri gelmektedir.

Bunda şaşacak bir şey yok. Maalesef dünyada devletlerarasındaki ilişkiler buna göre yürümektedir. Bu durum sadece bugünün sorunu değil insanlığın ta başından beri böyledir. ABD'nin Irak'ı işgali tamamen güçle ilgili değil miydi? Hukuk, uluslar arası teamül ve uygulamalar, Birleşmiş Milletler diye tartışma yürütenlerin neye uğradıklarını hatırlıyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzenini korumak için oluşturulan Birleşmiş Milletler, dünyanın herhangi bir yerinde barış ve güvenliği tehlikeye düşürecek her türlü eylem ve politikaya karşı harekete geçecek ve saldırgana karşı birlikte durulacaktı! Ama bu mekanizma, saldırganın bizzat sistemin kurucuları olması halinde işlemiyor. Saldırganın hep yenilenler olacağı düşünülüyordu. Şimdi saldırganın kim olduğu konusunda bile bir uzlaşı yok. İsrail saldırgan mı, savunma hakkını kullanan bir mağdur mu?

Ya Filistin, Lübnan? Onlar için savunma hakkı diye bir şey olamaz, çünkü onlar sistemin kurucuları değiller!

Sistemi kuranlar için her zaman savunma hakkı var, çünkü onlar güçlüler, diğerleri ise hep saldırgandırlar, çünkü onlar güçlü değiller!!! Maalesef sonuç bu. Ne acı bir durum değil mi?

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi