Amerika ve Avrupa 2011 yılından bu yana teknolojik gelişmelerin, özellikle akıllı telefonların meydana getirdiği bağımlılığın çok tehlikeli boyutlara ulaştığını tartışıyor. İngiliz yazar James Harkin bu konuda yazdığı “Niche” adlı kitapta, gençler arasında dinin öldüğünü söyleyenlerin yanıldığını özellikle Apple hayranları arasında yeni bir din algısı ortaya çıktığına dikkat çekmişti. Harkin, Apple markasının sadece ticari anlamda değil, aynı zamanda ruhsal olarak da bir “kült”ü temsil ettiğini ve bir dine dönüştüğü iddiasını ortaya atmıştı. Hatta ünlü İngiliz belgesel yapımcısı Alex Riley, Apple hayranları üzerine bir belgesel çekmişti. Belgeselde bu hayranlıkların davranış ve eğilimlerinin dini rituellerle eş değer olduğunu örneklerle doğrulamıştı.
APPLE BİR DİN Mİ?
Aynı belgesel bir şeyi daha ortaya çıkardı: Apple bir din, Steve Jobs’un ise bir tarikat lideri gibi algılandığını... Riley’in belgeselinde nörobilimciler ile yaptığı görüşmelerde bazı akıllı telefon markaların hayranlığının beyinde “dini” tepkilere neden olduğu teorisini doğruluyor. Yani teknoloji hayranlığı ve din algısı beynin aynı yerini harekete geçiriyor. Aynı noktada hareketlilik sağlıyor. Beraber ibadet etme hazzı ile toplu biçimde alışveriş yapmak, bir teknolojik cihaz için saatlerce sırada beklemenin hazzı beyinde aynı noktanın uyarılmasıyla ortaya çıkıyor.
Histeri devam ediyor
Bir dönem bu tartışmalar Apple kullanıcıları üzerine yapılsa da aslında tapınma davranışını gösterenler sadece bu marka kullanıcıları değil elbette. Farklı markalarla da aynı ilişkiyi kuran, telefonunu elinden düşürmeyen, haz duygularını teknoloji üzerinden ifade eden ürkütücü bir kitle var. Yani benzeri teknolojik ürünler hakkındaki saplantılı histeriler devam ediyor. Peki Türkiye bu tartışmaların neresinde yer alıyor ? Akıllı telefonlar ve teknoloji bizim alışkanlıklarımızı ne yönde etkiliyor? Bizim için de elimizdeki telefon bir tapınma aracı mı artık? Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof Dr. Ali Köse, “1980’li yıllarda İstanbul’da bir cemaat lideri mikrofon haram diye kullanmazdı. Şimdi o cemaatin gençleri böyle bir tartışmaya gülerler” ifadelerini kullanıyor. Psikiyatrist Mustafa Merter ise “Yediden yetmişe hepimiz, usul usul Matrix ashabı oluyoruz. Ne zekamız, ne aklımız, ne hayat tecrübelerimiz ne de imanımız bu gidişatı göremiyor,”diyor. Ankara Üniversitesi İlahiyet Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. İhsan Çapcıoğlu da , “Dini ritüellerin yönlendirici etkisi azaldı” diyor. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Murat Kırık, “Milli ve dini değerlerinden kopuk olan toplumlar ne yazık ki öz benliklerini kaybetmeye mahkûm” diye yorum yapıyor.
Önce reddettik sonra mağlup olduk
Prof. Dr. Ali Köse (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı): Teknoloji modernleşmenin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve biz teknoloji ile hiçbir zaman barışık olmadık. Bu olguyu istemeyerek, içimize sindirmeyerek, özümsemeyerek ve de karşı çıkarak aldık. Bu konu Osmanlı’nın inişe geçmesiyle birlikte 17.yüzyıldan itibaren bir sorunlar yumağı olarak önümüze çıktı ve bugün de aynı şekilde duruyor. Şimdi karşı duramadığımız, al-maya, kullanmaya mecbur olduğumuz bir olgu var ve biz bunun içindeyiz. Peki buna karşı nasıl tavır alacağız ? Bir grup bunu sadece fikir düzeyinde toptan reddediyor. Bir grup tamamen kabulleniyor. Realitede reddeden grubu ise kırsal kesiminde yaşayanlar temsil ediyor. Ancak şimdi cep telefonun ulaşmadığı bir bölge yok. “Seküler Çan Kuleleri” diye bir makale çevirmiştim. O makalede Avrupa’daki bir manastırda artık internet bağlantısı olduğu yazıyordu. Halbuki manastırın mantığı nedir? Dünya hayatından mümkün olduğunca el etek çekmektir. Ama bu artık mümkün değil. Bunu yapabilen kişiler var mı? Çok az sayıda kişi bu yolu tercih ediyor. Bizde itikaf dediğimiz bir gelenek var. Ben bizim mahalledeki camiide itikafa giren insanlara bakıyorum. Yanlarında cep telefonları var. Üstelik bu durumu garip karşılamıyorlar. Dolayısıyla itikafa girmelerinin bir anlamı kalmıyor. Bu teknoloji dediğimiz hadiseyi din zaafiyetinden uç noktaya gidip değerlendiren insanlar, bunun toptan rededilmesi yönünde teşebbüslerde bulundular. Mesela bunlardan bir tanesi İngiliz Müslüman Abdulkadir Es-Sufi önderliğinde Londra’nın kuzeyinde terk edilmiş bir şatoda sufi bir grup, teknolojiyi reddeden bir hayat denedi ama yürütemediler. Çünkü İslamiyetin temel mantalitesi bunu kaldırmaz. Hıristiyanlık da bu olabilir. Çünkü Hıristiyanlıkta da İslamiyete göre daha çok ezoterik öğeler var. İslam’da bireyin hayattan kopmasını engelleyecek kaideleri vardır. Bizim dinde ileri giden insanlar bunu kabullenmeyen bir tavırla söylemler ürettiler. Ancak bu söylem olmaktan öteye geçmedi. Günümüzde insan beynindeki imajları bir makinaya aktaran teknolojiyi geliştirdiler. Bu insan beyninin okunması yönünde çok ciddi bir adım. Bu bize ilerde kim bilir hangi teknolojiyi getirecek. Bir taraftan tıp alanında bir operasyonun dine aykırı mı değil mi tartışması yapıyorsunuz. Diğer tarafta ise büyük gelişmelerle karşı karşıyayız. Tüm bunlar gelecek nesil için tartışma konusu bile olmaktan çıkacak. Ben 1980’lerin sonunda üniversite öğrencisi iken İstanbul’da bir cemaat lideri haram diye sohbetlerinde mikrofon kullanmazdı. Şimdi o cemaatin gençlerine mikrofon haram tartışması açsan sana gülerler. Teknolojik gelişmeleri reddetmenin bir anlamı yok. Bugün toplumsal hayattaki gelişmeleri din adına reddedebilirsiniz ama yarın çocuklarınız bunu yapmayacak. Müslümanların modernleşme ile ilişkileri de hep böyle olmuştur. Hep yok sayan tavır takınmışlar ve sonunda kaybetmişlerdir. Zamanın ruhu diye bir şey var. 17. asırdan beri modernleşme dediğimiz şeyi reddederek sonunda kabullenmek zorunda kaldık. Bu yeni dünyayı da hiç savaşmadan, kafa yormadan kabulleneceğiz ve ona mağlup olacağız. Halbuki teknoloji alanında her şeyin bilincinde olarak o alanlara yatırım yaparsak, kendimize mal edebiliriz. Bugünün problemlerini eski din kitaplarına bakarak çözemeyiz. Hala daha güneş enerjisi ile ısınan suyla abdest olur mu? şeklinde tartışmaları yapılıyor. Bu tip bakış açısının bir kaç yıllık ömür kaldı. Elimizi çabuk tutmaz isek önümüzdeki yıllarda kaybedeceğimiz kesin.
İmanımız bu gidişi göremiyor
Mustafa Merter: Bu konuyu yakında Türkiye›de yayınlanacak olan Jean Twenge’nin İnternet Nesli kitabı üzerinden çok daha açık aktarabilirim. Amerika’da 1995’den bu güne doğanlar “İnternet Nesli” olarak adlandırılıyor. İşte bu son kuşak, daha önceki nesillerde hiç görülmemiş oranlarda bir değişiklik yaşıyorlar. Davranışları, boş zamanı değerlendirmeleri, din ve maneviyat yönelimleri, cinsellikleri, sosyal ve politik faaliyetlere katılımları önceki nesillere göre tamamen faklı. Ama daha da vahimi Twenge›nin tabiri ile bu çocuklar son senelerin en kötü psikolojik krizi ile karşı karşıyalar, 2011 den itibaren kaygı, depresyon ve intihar oranları patlamış durumda. Ve 2011-2012 Amerika’da cep telefonunun yaygınlaşmaya başladığı tarih, Kitapta sunulan istatiksel veriler, ilk bakışta Amerikan toplumunu yansıtıyor görünse bile, hızlandırılmış küresel enformasyon akışı ile artık bütün dünyayı ilgilendiriyor. Eğer küresel çapta bir “Asrın Vebası” gibi bir salgın hastalıkla karşı karşıyaysak, ilk hedefimizin bir “durum tespiti” olması yani bütün Türkiye›yi tarayan epidemiyolojik bir yaklaşımla başlaması lazım. Twenge, kendi ülkesindeki durumu tespit edip, çözüm önerileri sunmuş. Peki Türkiye›mizde ne yapabiliriz üzerine tefekkür edelim. Öncelikle bu davranış özelliğinin küresel boyutlarda yaygın bir salgın hastalık olduğunu anlamamız lazım. İnsanların zihinlerinde daha fazla etki uyandırsın diye, “Matrix Sendromu” gibi bir ad takabilir, belki böylece gençlere daha fazla ulaşabiliriz. Fakat meselenin genellikle gözden kaçan esas önemli yönü, bu hastalığın sadece gençlerle kısıtlı kalmadan, her yaş grubuna yayılım göstermesi, yediden yetmişe hepimiz, usul usul Matrix ashabı oluyoruz. Ne zekamız, ne aklımız, ne hayat tecrübelerimiz ne de imanımız bu gidişatı göremiyor, Fareli Köyün Kavalcısı masalında olduğu gibi, hepimiz “çalgıcı”nın peşinden koşan çocuklar gibi boğulacağımız dereye doğru gidiyoruz. Hepimiz “nûr-amin”i terk edip “dopamin-man” (eroin-man gibi) olma yolundayız. Bakın burada akıl, tecrübe, ilim, her şey biter. Ve daha da vahimi, kişide ekran zamanı ne kadar yoğunsa, o derecede dopamin bağımlısı olduğu için, inkâr daha da güçlü olacak, hemen ya konuyu değiştirecek ya küçümseyecek ya da karşı fikirler üretecek. Evet hiç şüphe yok insanlık tarihinin en tehlikeli, en sinsice küresel çapta yayılma gösteren salgın hastalığı ile karşı kaşıyayız ve vakit kaybetmeden mücadele vermemiz lazım. Depresyon, kaygı gibi ilk belirtilerin kısa zamanda psiko-somatik neticeleri olacak ve şimdilik en duyarlı kesim olan genç ergenlerin tedavi masrafları devasa boyutlara ulaşacak. Bütün bir milletin kaderi tehlikeye girecek.
Dini ritüellerin yönlendirici etkisi azaldı
Prof. Dr. İhsan Çapcıoğlu (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi): Ülkemizde akıllı telefon ve benzerlerinin dini alışkanlıklarımız ve davranışlarımız üzerindeki etkisini ölçen geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç var. Henüz bu konuda elimizde somut veriler bulunmuyor. Bu nedenle dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan araştırmalardan hareketle bir takım yordamalarda bulunulabilir ve teknoloji bağımlılığının genelde alışkanlıklarımızı ve davranışlarımızı, özelde ise dini alışkanlıklarımızı ve davranışlarımızı etkilediği söylenebilir. Bu bağlamda din sosyologlarının dini tecrübenin farklı yansımaları olarak tanımladıkları, özellikle dinin inanç, ritüel, topluluk ve etki boyutlarının günümüz toplumlarındaki gücünün gittikçe farklılaştığını görüyoruz. Bu durumun tipik sonucu, dinin bireyin iç dünyasını zenginleştiren düzenleyici gücünün ve dolayısıyla dini inanç ve ritüellerin davranışlarını yönlendirici etkisinin azalmasıdır. Kitle iletişim teknolojilerinin bu sonucun ortaya çıkmasındaki etkisi yadsınamaz. Çünkü modern insan, hemen her şeyde olduğu gibi teknolojinin güdülediği davranışları konusunda da kitlesel tüketimin meşruiyet kalıpları tarafından yönlendirilmektedir. Söz konusu yönlendirme o kadar güçlüdür ki, bu etki karşısında birey, alışkanlıkları ve eylemleri üzerindeki “bilinçli karar verme” istencini büyük ölçüde yitirmekte ve sonuçta eylemin yerini söylem, içtenliğin yerini ise gösterimsel biçimler almaktadır. Elbette bu durumun ortaya çıkmasında, parolası“ne kadar görünürseniz, o kadar varsınız” olan yeni medyanın tüketim araçlarının yinelenen sıkılıklarla ilettiği mesajların gücü gelmektedir. Nihayet, sunduğu yaşam tarzı ile bireyin alışkanlıklarını ve davranışlarını sahih kalıplar içinde nihai mutluluğu elde etmeye güdüleyen dinin ya da maneviyatın arındırıcı etkisi, yerini yeni medya araçlarının dolayımında sosyal medyadan yayılan mesajların yönlendirici ve bir ölçüde oyalayıcı, tüketici etkisine bırakabilmektedir.Bu sorunun çözüm önerilerine gelirsek.Toplumsal sorunlar karmaşık bir doğaya sahip oldukları için, kapsamlı ve bir o kadar da çok yönlü yaklaşımları gerektirir. Günümüzde her kesimden ve meslekten insanın maruz kaldığı teknoloji odaklı sorunlar da bundan nasibini almaktadır. Sorunun insani ve toplumsal maliyeti gittikçe artıyor. Bu anlamda, öncelikle din bilimciler kadar psikologların, sosyologların ve eğitimcilerin birlikte çalışmasını sağlayacak adımlar atılmalıdır. Dolayısıyla bireysel olduğu kadar kollektif, kurumsal çabalara ve desteklere ihtiyacımız olduğu açık.
Dijital okuyazarlık bilinci lazım
Doç. Dr. Ali Murat Kırık (Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi): Teknoloji bazılarımızın korkulu rüyası, bazılarımızınsa vazgeçilmezi halindedir. Özellikle Türkiye’de akıllı telefon ve tablet kullanımı her geçen gün artmaktadır. İstatistikler de bu durumu kantılar niteliktedir. We Are Social and Hootsuite’in yayınlamış olduğu 2018 istatistikleri incelendiğinde 81 milyon civarında olan Türkiye nüfusunun %67’sinin internet kullanıcısı olduğu görülmektedir. Bu oran 54.3 milyona tekabül etmektedir. Günde ortalama 7 saat vakit geçiren yetişkin nüfusun %98’inin cep telefonu kullandığı, bunların %77’sinin ise akıllı telefonlara sahip olduğu ifade edilmektedir. Bu oran oldukça dikkat çekicidir. Dijital bağımlılık her yaştan, her kesimden bireyi tehdit eder duruma gelmiştir. Özellikle mobil iletişim teknolojilerinin kullanım alanını arttırmasıyla birlikte akıllı telefonların yaygınlaşması teknoloji bağımlılığını yaygınlaştırmış ve bireyler adeta birer tekno-köle durumuna gelmiştir. FOMO (Fear of Missing Out) olarak tabir edilen gelişmeleri kaçırma korkusu bireyleri psikolojik ve sosyolojik sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. FOMO, akıllı telefon bağımlılığını da tetiklemektedir. Akıllı telefonlar ve mobil iletişim araçları insanların manevi yönlerini zedeleyebilmekte ve dini vecibelerin gerektiği ölçüde yapılamamasına sebebiyet verebilmektedir. Birbirini tanımayan insanların oluşturduğu sanal cemaatler içinde yaşadığımız modern çağın afyonu durumuna gelmiştir. Yani sanal ortam bireyler için bir kaçış alanıdır. Akıllı telefonlar ve mobil iletişim araçları insanların manevi yönlerini zedeleyebilmekte ve dini vecibelerin gerektiği ölçüde yapamamasına sebebiyet verebilmektedir. Bu durum yalnızca Müslümanlık için değil, her din için geçerlidir. Tekdüze bir yapıya dönüşen birey bağımlılık sarmalı içerisinde milli, manevi ve dini değerlerini de kaybedebilmektedir. Çevrede bu tür örneklerin sayısı azımsanamayacak ölçüdedir. Milli ve dini değerlerinden kopuk olan toplumlar ne yazık ki öz benliklerini kaybetmeye mahkûmdurlar. Dijital okuryazarlık bilincinin kazandırılması ve toplumsal farkındalık için yenilenmiş bir milli eğitim sistemi bu sorunlarla mücadele noktasında çözüm yollarıdır.