Kitaplarıyla okurunu insanın iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkaran Mecit Ömür Öztürk’le konuştuk. Çok okunan ve sevilen kitaplarının hem hikayesini anlattı. Öztürk Korkma Hep Varsın kitabında da ele aldığı ölüm korkusuyla başa çıkmanın yolunu şöyle açıklıyor: “Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak mümkün olabilir. Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur. “
- Dervişin Teselli Koleksiyonu, Haletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri ve son çıkan kitabınız Korkma Hep Varsın… Çok sevilen çok okunan kitapların yazarısınız. Kendi yazma serüveninizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Yazma konusunu kendim için bir mükellefiyet gibi görüyorum. Bir ödev gibi… Okuduğum ve kendi ruhuma ilaç gibi gelen klasik eserlerin, özellikle maneviyatla ilgili olanlarının günümüze yansıtılmasıyla ilgili bir ödev…
Yaşam ilerliyor ama insan ilerlemiyor, bilakis ruh haliyle daha da çöküntüye doğru gidiyor. Bilim ve teknoloji ileriye doğru giderken insanın ruh halinin sürekli gerilere, olumsuza doğru gitmesi karşısında çözümler aramak gerekiyor. Bu çözümlerden biri de “eskiler ne diyordu, benzer durumlarda ne yapıyordu, böyle konulara nasıl yaklaşıyordu, bu zorlukları nasıl aşıyordu?” sorusunun yanıtlanmasında yatıyor. Bana da -ruhumdan geldiğini hissettiğim bir yönlendirmeyle- kadim düşüncelerin, klasik kitapların dünyası içerisinde bir kazı yapma işinde çalışmak nasip oldu. Ödevimi severek yapıyorum ve bunu yaparken manevi olarak bir tatmin de yaşadığım için yazmaya, çalışmaya devam edebiliyorum. Bu yolda öncelikle kendimi iyileştirmeye çalıştığıma inandığım için hayat boyu araştırmaya ve yazmaya devam etmeye niyetliyim. Fakat yine de bu bir nasip işidir…
- Korkma Hep Varsın zamanlama açısından çok ilginç bir dönemde çıktı. Pandemi nedeniyle çokça kayıp yaşandı, ölüm gerçeğiyle yüzleşme, ölüm korkusu duyma daha kolektif bir düzlemde yaşandı. En baştan soralım. İnsan ölümden neden korkar?
Ölümle ilgili korkunun temel üç tane kaynağı olduğunu düşünüyorum. Biri, ölümle yokluk meselesini eşitlemedir. Yani ölümle birlikte yok olmaktan korkmaktır. İkincisi, ölüm sonrasında yaşamın devam ettiğine inanmakla birlikte bunun kötü veya karışık bir devam olacağı yönündeki düşüncedir. Üçüncüsü de ecelin takdir edilmiş özel ve belirli bir tarihi olduğunu bilmemekten veya buna tam ikna olamamaktan kaynaklanan endişelerdir. Böyle bir insana göre ölümün zamanı belirsiz olduğuna göre, insan her an ölebilme duygusunun yükünü hep sırtında taşımak zorunda kalır.
Ölüm korkusunu yenmenin yolu, ölümü ve ölüm sonrası hayatı doğru tanımaktan geçer. Bu tanıma sadece kitaplardan olmamalı elbette. Fırsat buldukça kabir ziyaretleri yapılabilir. Bir yakını vefat eden kişinin defin işlemlerinde biraz daha aktif rol alması düşünülebilir. Ölüm gerçeğini tam kavramış insanlarla birlikte zaman geçirilebilir. Ölümle ilgili bazı kitaplar okunabilir. Ölüme yaklaşmış, dahası ölüm döşeğindeki insanlarla sıcak ilişkiler kurulabilir. Vefat etmiş yakınlarımıza dualar ve manevi hediyeler göndererek hem onları hem de ölümü hatırlamak gibi pratikler düşünülebilir.
Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak mümkün olabilir. Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur.
- Kitabınız bu korkuya sağlam bir teselli sunuyor. Yaradan zayi etmez diyorsunuz. Bir elma çekirdeğini dahi zayi etmeyen Yaradan insan gibi bunca karmaşık, özel bir varlığı niye zayi etsin? Neden etmez? Kısaca sizden dinleyelim.
Evrende abeslik de yoktur israf da… Sinek kanadından galaksilere kadar durum böyledir. Bu kadar hassas ve iktisatlı bir yaratımda basit bir parça bile yok edilmez, bilakis bir başka süreçte değerli bir malzeme olarak kullanılır. Kâinatta yok etme yoktur, var etme vardır, en basit nesnelerin bile en değerli şeylere çevrilmesi vardır ve bu tecelli her yerdedir. Bunun herhangi bir istisnası yoktur.
- İnsan bedeninde gereksiz, faydasız, anlamsız, abes bir organ, bir damar, bir hücre bile yokken insanın tamamı ve topyekûn bütün insanlık nasıl abes ve anlamsız yere dünyada yaşıyor olabilir?
Tohum ve çekirdek gibi küçük, basit ve zayıf malzemelere koca ağaçlar, binlerce çeşit meyveler takan bir tecelliden, ağacın etrafındaki çamuru bile israf etmeyip onu binlerce meyveye çeviren ilahi sistemden bahsediyoruz. Bu sahneler karşısında insanı israf olacağını, yok olup gideceğini, yeni bir yaşam versiyonuna geçmeden zayi olacağını düşünmek akıl dışıdır.
İnsanı hiçbir varlığa nasip etmediği ayrıcalıklarla donatan yaratıcı, bunun ardından onu faydasız, amaçsız, maksatsız, neticesiz, hikmetsiz bir şekilde ölüme – yok oluşa emanet etmez.
İnsanın anne karnına kıyasla çok daha geniş imkanları olan bu dünyaya çıkarıldıktan sonra, tekrar dar bir mekâna, anne karnından bile kısıtlı bir yere, toprağa girip çürümeye terk edilmesi, ilahi hikmet ve iktisat bakımından izah edilebilir bir döngü değildir. İnsanın şaşaalı hikayesi böyle bir ölümle sona ermez. İnsan denilen bu seçkin varlığın sonu ayak altında ezilen un ufak olmuş kemikler olamaz.
Bir zamanlar yoktuk, şimdiyse varız. İnsan önce hiçbir şeydi, sonra birçok şey oldu. Varlığımızı sıfırlayan ağır bir neticeye maruz bırakılmamızı gerektirecek hiçbir tutarlı neden gösterilemez. İnsanın yeniden “hiçbir şey” olacağını öne sürmek akla yatkın bir açıklama değildir. Korkma Hep Varsın kitabında bazı bölümlerde “insan ölümle ya yok olup giderse, ya yeniden diriltilmezse, ya ona ebediyet verilmezse” gibi hayali ve farazi kurgular üzerinde de birçok kez fikir gezdirmeye çalıştım. Ahireti olmayan bir yaşamın nasıl bir anlamsızlık ve daha ötesi nasıl gereksiz bir yük olduğunu görmek için bu farazi sorgulamaların fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum.
ÖLÜMÜ HATIRLAMAK
- Çağımız ölümü sürgüne göndermiş gibi adeta. Ölüm yokmuş hatta yarın yokmuş gibi yaşıyoruz. Ölüm korkusu duyan birine pratik anlamda neler önerebilirsiniz?
Hz. Ömer bu konuda birini vazifelendirmiş, kendisine ölüm gerçeğini hatırlatması için. Sakalında beyazlar çıkınca bu kişiye “artık sana gerek kalmadı.” demiş. Bedenimizdeki değişikliklere, yıpranmalara bakarak da ölüm hatırlanır. Ama ölüm, yaşam enerjimizi tüketecek şekilde değil, bilakis onu da tetikleyecek şekilde hatırlanmalıdır.
1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatıyordu: “Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı.”
Ölümün sürgüne gönderildiği doğrudur. Eskiden mezarlıklar mahallelerin ortalarında, hatta evlerin bahçelerindeydi. Semtlerin içerisinden geçerken mutlaka bir kabristana rastlanırdı. Ama şu anda mezarlıklar kentlerin dışında, gözden uzak sapa yerlerde, ölümü hatırlatmaktan ziyade unutturmakla görevliymiş gibi yüksek duvarların arkasında. Vefatlar hastanelerde olalıberi, yakınlarımızın vefat anlarını da sağlık görevlilerinden başkası göremez oldu.
Ölüm böylesine uzağa gidince sistem boş kalır mı? Elbette kalmaz. Ölümün çağrıştırıcıları olan, yardımcıları olan, tabiri caizse asistanları olan hastalıklar her yeri sarıyor. Dünyanın tamamını birden kaplıyor. İnsan unutur fakat kader hatırlatır. Ölüm hep yaşamın büyük afişi olarak kalmaya devam eder.
ÖLÜM YOK OLUŞ DEĞİLDİR
- Yanında birinin vefatına şahitlik eden kişide bir hal oluşur. Tuhaf bir hafifleme. İçsel olarak biliyor muyuz acaba yok olmayacağımızı?
Vefat eden yakınlarımızla ilgili -bazı durumlar hariç- acının git gide azalmasını, bir süre sonra insanın hayatında normal seyrinde devam edebilmesini genelde insanoğlunun vefasızlığına, unutuş kapasitesine verseler de, işin bir başka tarafında sizin de bahsettiğiniz içsel bilgi konusu vardır. Yok olmadı, sıfırlanmadı, bitmedi, tükenmedi, o hep var ve var olmaya devam edecek sezgisi sayesindedir. İnsanlar doğuştan gelen böyle bir içsel bilgiye sahip olmasalardı, bir yakını kaybeden birinin yaşayan bir ölü olarak hayata devam etmek zorunda kalmasından başka bir seçenek kalmazdı.
- Kitaplarınızın en ilginç yanı Doğu ve Batı edebiyatından, felsefesinden bir sentez yapmanız. Bütün kitaplarınızın ardında sağlam bir okuma yolculuğu hissediliyor. Okumak sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Okumayı ruhi ve manevi ihtiyaçlarımı gidermek üzere bir etkinlik olarak görüyorum. Psikolojik bakımdan bir onarım gibi bakıyorum okumaya. İnsan ruhunun hayli yaralanmış olduğu bir zaman diliminin insanlarından biri olarak, okumak dahil diğer bütün etkinliklerde öncelikli maksat olarak sadra şifa bulmaya, eksik ve noksanlarımı tamir etmeye, kalp ve ruha uygun besinler temin etmeye niyetlenerek okuyorum. Neleri, kimleri okuyacağım konusunda bu amacımın etkileri oluyor. Okumak etkinliğine bir terapi gibi yaklaşmak belki fazla pragmatist bir tavır olarak görülebilir, nitelikli okur kimliğinin özelliklerinden uzak da görülebilir. Ancak neticede hastalanmış bir ruhun, yaralanmış bir kalbin, planlarını öncelikle şifa elde etmek üzere şekillendirmesi de gayet doğal karşılanmalıdır diye düşünüyorum.
Dünyadaki görevimizi doğru tespit etmek lazım
- Tasavvuf geleneği hakkında neler söylersiniz? Tasavvuf çıkışlı kitaplar günümüzde çok okunuyor. Bunu neyle açıklıyorsunuz?
İnsan hayatındaki zorlukların aniden ve yoğun bir şekilde artışa geçtiği bir döneme geldik. İnsanların yaşadığı ruhi ve psikolojik bunalımlara kalıcı çözümler getireceğini umduğumuz yapılanmalardan biri modern psikolojiydi. Fakat modern psikolojinin ilerleme tarzına baktığımızda biyolojik yaklaşımın ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz.
İnsanın dünyadaki konumunu ve görevini doğru tespit edemeyen, onun mana aleminden koparak gurbete düşmüş, ney gibi inleyen bir varlık olduğunu, onun en büyük ve en temel ihtiyacının Rabbi ile buluşmak olduğunu göz ardı eden, insana yalnızca biyolojik bir beden gözüyle yaklaşan bir tutumun insan acılarına doğru reçeteler bulamadığını yaşayarak öğreniş olduk.
İnsanın bu ruhi, manevi ve psikolojik tıkanıklıktan çıkamayışı sonucunda doğal bir şekilde tasavvuf okumalarına yönelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bir sorun daha var ki, bu döneme uygun nitelikli tasavvufi eserler kitapçıların raflarında yerini alamadı. İnsanların bu dönemdeki sıkıntılarına bir nebze manevi bir dokunuş yapabilecek şekilde nitelikli eserler üretilemedi. Bu durum da tasavvuf deyince insanları kitaplardan çok sosyal medyaya yönlendirdi. Ortaya bir sosyal medya tasavvufu çıktı. Orada da iyi şeyler olduğuna şüphe yok ama bir kitapla baş başa kalmak etken olmak demektir. Bir video seyretmekse edilgen olmaktır. Manevi iyileşme konusunda sosyal medyanın kitap okumanın yerini dolduramadığını da gördük. Tasavvuf sahasında iyi bir kitap, etkili bir video izlemekten daha iyi bir terapidir. Ama manevi meseleleri kavramış ve özümsemiş bir insanla yan yana gelmek, göz göze olmak, onunla kısa da olsa birlikte vakit geçirmek, kitaplardan daha etkilidir. Tasavvuf neticede bir okuma etkinliği değil, bir hâl elde etme meselesidir. Hâlin aktarımı da sohbetle olmuştur. İnsanoğlunun şimdilerde en büyük yarası az kitap okuması değil, doğru ve hayırlı insanlarla yan yana gelemediği bir dönemden geçiyor olmasıdır.