YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Gündem

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan

  Arşivden Arama

 


Nakkaş Nusret Çolpan İle Minyatür Sanatını Konuştuk
'Nakkaş ayrıntıyla içiçe yaşar'

Bir yazarımızın sözünü hatırlıyorum; "Nakış aklın sessizliği, gözün musıkisidir" diye... Nakış, yani minyatür neden aklın sessizliği, gözün musıkisidir sizce?

Tabii ki bir müzik kadar zevk veriyor. Sessiz bir şey. Ama hakikaten derinlemesine bir minyatüre bakıp böyle saatlerce hayal kurup keyif alabilirsiniz. Müzikte seslerin uyumu vardır. Nakışta da renklerin uyumu. Akıl ile üretilen bir şey değildir, ruh ile üretilen bir şeydir nakış.

Nakış, Allah'ın gördüğü alemi nakkaşın araması mıdır?

Acaba nakkaş "ben bu işle Allah'ı arıyorum" diye mi yapıyordu, bilemiyorum. O insanlar zaten İslamiyet'i yaşıyorlardı. İyi müslümandılar. Belki bizden daha iyiydiler. Çünkü Arapça'yı, sahip oldukları dinin, kutsal kitaplarının dilini biliyorlardı. İnançlarının gerektirdiklerini, bizden daha iyi yerine getirdiklerini düşünüyorum. Ortaya koydukları sanat eserlerinde, bütün bu hayat zenginliğinin, renkliliğinin yansımaları vardı bana kalırsa. Hayatının her anında Allah'ı düşünen, O'nun istediği gibi yaşayan bir sanatçının, sanatını son derece içten icra ettiğine inanıyorum. Belki de farkında olmadan yapıyorlardı bunu. Yaşadıkları medeniyet dairesi içinde, o kültür ve medeniyete uygun olarak zaten belli bir dünya görüşü, hayat felsefesi, kainatı tasavvur biçimi oluşmuş olmalı. Eserlerine baktığımızda, oluşmuş olduğunu da görüyoruz nitekim.

Minyatür sanatı nakkaşın kendisini gizlediği, sanatını öne çıkardığı bir sanat dalı mıdır? Çünkü kendi adını eserine nakşetmesi pek hoş karşılanmazmış nakkaşın.

Evet, aslında temel ilke budur. Ama bugün için artık bu ilke geçerli olmayabilir. Şimdi mesela bizde şu anda bir eseri tek başına yaptığında imza atılıp bazen kollektif çalışıldığında imza atılmadığı oluyor. Mesela bir sipariş geliyor. Büyük bir iş. Kırk tane Sultan'ın portresi yapılacak. Böyle bir işi ya başlarındaki en büyük, en bilgili kişi imzalıyor, ya da o grubun adı veriliyor. Mesela Sema Nakışhanesi diye. Herhalde öyle ekolleşmiş kompozisyonu büyük bir ihtimalle baş nakkaş belirliyor, diğer nakkaşlar da bütün işlerini yapıyorlardı. Ve baş nakkaş onları denetliyordu. "Bunu boyayın" diyordu ve onlar da işlerini yapıyorlardı.

Minyatür sanatında objenin, özellikle insanların birbirlerine benzediklerini söyleyebilir miyiz?

Birbirlerine benzediklerini söyleyemeyiz. Bir minyatür eserine baktığımız zaman, buradaki kişileri kılık kıyafetlerinden hatta bakışlarından bile ayırdedebiliriz. Mesela padişah, yanındaki vezirler, ondan sonrakiler diye ayırabiliriz.

Ben yüz ifadelerini kastediyorum...

Derinlemesine incelerseniz, yüzlerinin de, ifadelerinin de farklı olduğunu görürsünüz. Yani bu şuna benziyor. Biz Çinlilerin hepsinin de birbirine benzediğini düşünürüz. Halbuki hepsi farklı farklıdır. İfadeleri değişiktir. Onlar da bizi birbirimize benzer görürler, ama öyle değildir. Sadece satıhtan bakınca böyle görürüz. Minyatürde de böyledir.

Nakkaşın, en yakındaki ve en uzaktaki bir objeyi kendisine eşit uzaklıkta hissettiğini düşünüyorum.

Gayesi de o zaten..

Neden gayesi o?

Bir kere o devrin dünya görüşü, resmi üç boyutlu, elle tutulur, müşahhas bir hale getirmek istemiyor. Yorum katıyor. Renkleri olduğu gibi kullanıyor. Gölge de vermiyor. İsteseler yapabilirlerdi. Buna kanaat ediyorum. Çünkü o zaman da seyyahlar vardı. Alış veriş vardı... O klasik eserler ulaşabiliyordu bize... Biliyorsunuz Fatih, Bellini'yi getirdi ve kendi portresini Bellini'ye çizdirdi. Yani Batı resmini biliyorlardı. Bilmelerine rağmen böyle yaptılar. Niye? Batılı sanatçı Tanrı'yı daha elle tutulur hale getirmiş. İkon yapmışlar... Anlayışları böyle. Biz de o yok. Bizde daha soyut daha mücerret... ve daha gizemli. Yani Allah'la senli benli değil. Bir mesafe koymuş. Eski sanatçılarımız derin insanlarmış. Biliyor, ürküyor ve yaklaşmıyorlarmış. Kasıtlı olarak bunu böyle tekdüze yapmış ve belli bir kıvamda bırakmış.

Nakkaşta adeta izafiyet yok, perspektif yok. İnsan, yüzeye hangi uzaklıkta olursa olsun eşyanın önünde ve ondan büyük. Sanki insanın önemini vurgulayan, öne çıkaran bir sanat, minyatür.

O da şundan kaynaklanıyor: orada değer verdiği konu, insanlar. Diyelim ki sultan selamlıkta ya da birini kabul ediyor, arkasında binalar. Burada en önemli şey, insan figürleri. Zaten orada anlatmak istediği, kitabın içinde kalacak olan bizden sonraki nesillere bir belge, padişaha da bir hatıra, bir hediye. Mesela sefere çıkıyor ve "şu sefere çıktığım anı resmet" diyor nakkaşa...

Nakkaş, eserinde ayrıntıyı hiç ihmal etmiyor. Ayrıntı neden bu kadar önemli, Nakkaş ayrıntıya neden bu kadar özen göstermiş?

Onun fonksiyonel bir tarafı var. Yaşadığı dünyada ayrıntı zaten önemli. Ayrıntıyı görebiliyor. bugünkü kadar büyük bir kargaşa yok. Nakkaş, zaten bu ayrıntıyla içiçe yaşıyor. Bir de işin sipariş tarafı var. Sultan, bir olayın nakşedilmesini istemişse Nakkaş'tan, "bu olayı bana olan biten her şeyiyle anlat" diyor. Bir kere onun yönlendirmesi, Nakkaş açısından önemli olabilir. Bir de bu resmin teknik olarak özelliği böyle. Yani, tamamen bir kontür sanatı olması, onun bu şekilde çizilmesini ve ayrıntının da gözardı edilmemesini zorunlu hale getiriyor. Her şey çizgiyle belirtilir. Boşlukta kalmış, muallakta kalmış hiçbir şey yoktur.

Minyatür bir hikayeyi veya bir olayı anlatan bir sanat. Reklamcıların "story-board" dedikleri şeye benziyor. Reklam filminin hikayesini ya da senaryosunu müşteriye sunarken çizerek sunmak ve hikayeyi böylece daha kolay anlatmak amaçlanır. Herhalde minyatür de bir anlamda kendi döneminin "story-board"u.

Bir anlamda öyle. Sarayı düşünün... ilgi çeken en önemli şeylerden biri müzik ve bu minyatürler. Yani orada sultan çocukları, şehzadeler yetişiyor. Yaşanan bir hayat var. Bu yaşanan hayatı resmetmenin ve kalıcı hale getirmenin en önemli araçlarından biri, hatta aracı olmuş minyatür. Az önce söylediğimiz gibi, bu bakımdan bir belgesel olma özelliği de var.

Tarzınızdan söz eder misiniz ?

Ben minyatürü ilk önce Süheyl Ünver Hoca'da gördüm. Daha önce iyi bir sulu boya ressamıydım. 20 yaşıma kadar resme karşı özel bir merakım vardı. 20 yaşımda Süheyl Bey'le tanıştım. Atölyesinde Azade Hanım diye bir hanım vardı. Orada Türk sanatıyla; sadece minyatürle değil, çini vs. hepsiyle bir karşılaşmam oldu ve çok etkilendim. Zaten resme, mimariye meraklı bir insandım, minyatürü görünce çarpıldım kaldım. Dedim ki "benim aradığım işte bu". Ben minyatüre günümüzde de bir işlev kazandırdım. Öyle bir işlev kazandırayım ki kitapların arasından çıksın, artık duvara asılsın, seyredilsin bu güzel şeyler diye düşündüm.

Siz insan figürünü pek fazla kullanmıyorsunuz. Özel bir sebebi var mı ?

Evet, söylediğiniz doğru, insan figürünü pek kullanmıyorum. Niye kullanmıyorum? Günümüz insanı, minyatüre pek yakışmıyor da ondan. Kimbilir, belki de yanılıyorum. Neden diyeceksiniz? Yüz sene sonra günümüzdeki insanı çizmek belki anlamlı olacak ama, şu anda eski eserlere bakıldığında onlardaki ahenk, düzen ve kıyafetlerindeki güzellik bugünün insanında yok. O zamanın insanının kıyafeti bile, bir kültür ve medeniyetin çizgilerini yansıtıyor. Dolayısıyla eski insanın minyatür yüzeyine girebilecek, nakşedilebilecek, kıyafetinden tutun da hayatındaki ayrıntılara kadar birçok şey var. Kafalarına taktıkları o sarıklar, bence çok hoş. Her şeyleri, bugünkünden güzel.

Bir minyatür eserine baktığım vakit orada akıp giden bir hayat, bir canlılık görüyorum. Renklerinden tutun da, yüzeydeki ayrıntıya kadar her şey, bu canlılığı yansıtıyor. Bugün çekilmiş bir fotoğrafa baktığımda sadece donuk bir kare görebiliyorum. Fotoğrafta her şey gerçek olduğu halde, cansız. Fotoğraf, gerçeğin cansızlığını; minyatür ise bugün artık olmayanın canlılığını ve gerçekliğini yansıtıyor adeta.

Bunu, insanın aslında giderek donuklaşmasında arayabilir miyiz acaba ? Günümüz minyatür sanatçısı, bugünün insanında o canlılığı göremiyorsa, eserine de yansıtamayacaktır. Ben de ne yapıyorum? Hoşnut olduğum konuları seçiyorum. Kendimi ille de insan figürü çizmek için zorlamıyorum.

İnsandan arındırılmış bir dünyayı çiziyorsunuz.

Evet. Böylesi bana daha kusursuz ve hoş geliyor doğrusu. Matrakçı Nasuh, beni çok ilgilendirdi. Çok etkilendim resimlerinden. Onun iki eseri var. Biri Macaristan Seferi, diğeri ise İran Seferi'yle ilgili. Fakat Matrakçı günümüzde yaşasaydı nasıl resmederdi? Bugünkü teknik imkanlardan yararlanarak. Matrakçı at sırtında gidiyordu ve seferleri at sırtından gördüğüyle çiziyordu muhtemelen. Bir tepeye çıkıyordu ve aklında kalanları çiziyordu. Onun için bence hem mimarlığımın etkisiyle, hem detayı sevmemden dolayı dedim ki belli bir konuda yoğunlaşayım: Şehir. Şehir de İstanbul. İçinde yaşıyorum zaten. O kadar kaynağı bol ve zengin bir şehir ki. Bitecek, tükenecek gibi değil. Ben resim yaparken Türkiye'ye, benden sonraki nesillere bunları bırakarak faydalı olacağıma inanıyorum. Bunu çizdiğiniz, bir yere koyduğunuz zaman gelecek nesillere eski devirlerden bir mesaj verecek. Ben de bu ara bağlantıyı yapmaya çalışıyorum. Çok büyük bir kopukluk var. 18. yüzyılda minyatür bitmiş, yüz-ikiyüz yıldır hiç böyle bir fonksiyon kazandırılmamış. Belki benden sonra çalışacak, çok daha güzel yorumlar getirecek sanatçılar olacak. Ben sadece eskiyi aynen yapmadan, daha cazip bir hale getirip o dinamiğini devam ettirmek istiyorum. Hatla ya da diğer İslam sanatlarıyla uğraşan sanatçıların, diğer plastik sanatçılar gibi bu işi aşırıya götürüp çok güçlü bir tatmin aradıklarını sanmıyorum.

Siz New York'un, Paris'in, Moskova'nın da birer minyatürünü yapmışsınız. Bu şehirlerin fotoğraftaki görüntülerinden çok farklı görüntüler yakalamışsınız.

Gördüğümü, minyatür tekniğiyle ifade ettim. Yorum katıyorum ben o şehre. Fotoğraftan çıkıyorum. New York'u çiziyorum ama, mesela Hürriyet heykeli normal plan ölçeği içinde bir santimse, ben onu onbeş santim boyunda yapıyorum.

Bir nakkaş olarak kendinizi nakşediyorsunuz.

Yani en azından bir olaya, bir hikayeye ya da bir objeye, bir şehre baktığımda bunun bende bıraktığı izi çiziyorum. Evet belki New York'a giden bir başkasını Hürriyet heykeli ilgilendirmiyor olabilir. Minyatür çok farklı. Daha doğrusu biz şanslıyız. Minyatür tekniği yıllardır süzülmüş gelmiş. Bence tam çağdaş üretim tarzı diyebilirim.

Neden?

Şimdiki çağdaş olgu bir objeyi olduğu gibi görmemek... Fotoğrafçı bile artık bir şeyi olduğu gibi görmeyi istemiyor. İlle ona değişik bir yerden bakmaya çalışıyor. Bin türlü kılığa sokuyor. Günümüzdeki diğer sanatçıların da sanatlarına yorum kattıkları bir gerçek. Çağdaş anlayış böyle. Yani bir objeyi olduğu gibi görmemek. Kadını başka türlü görüyor. Çarşı resmi çiziyor. Çarşıya falan benzemiyor ama o öyle görüyor. Konular elle tutulacak şekilde çizgiyle sınırlı, ama aynı zamanda yorum var. Hem anlatım bir şey kaybetmiyor, herkes anlayabiliyor, hem de yorum var.

 



Kağıda basmak için tıklayın.


Nakkaş, dünyaya aynı anda iki açıdan bakabilen, ayrıcalıklı bir sanatçı. Hem yukardan bakıp her şeyi gören, hem de karşıdan bakıp ayrıntıyı farkeden. Diğer resimlerde bu yok. Ressam, objeyi karşıdan görüyormuş gibi çiziyor. Ama minyatür sanatçısında aynı anda hem yukarıdan, hem de karşıdan bakış var. Nakkaş, objeyi iki cepheden birden aynı anda görüp ustaca zemine yerleştiren yegane sanatçı bence. Bu ne fotoğrafta var, ne de resimde. Bir de minyatürde bütün objeler, kendi varlıklarını ortaya koyabiliyorlar. Bu da fotoğraf ve resimde olmayan bir özellik. Minyatürde perspektif olmadığı için, küçümsenir. Oysa perspektif, belki de minyatür sanatçısının ayrıntıyı gözardı etmesine yol açabilir. Ben, perspektifin olmayışını minyatür sanatı için bir eksiklik değil, tam tersine bütün ayrıntıyı olduğu gibi yansıtabilmesi bakımından bir üstünlük olarak kabul ediyorum. Bu da bir bakış açısı. Nakkaş Nusret Çolpan ile minyatürü, "nakış sanatını" konuştuk.

'DAHA DİKKATLİ BAKIYORUM'
Herkesin gözünün önünde olan bir şeyi herkesin göremediği biçimde görüyorsunuz. Herkesin göremediklerini nasıl görüyorsunuz?
Herkesin görmediği değil, herkesin baktığı şeye daha dikkatli bakıyorum sadece. Çocuk resimlerinde bu vardır. Çocuk resimleri minyatür gibidir. Bizimki de ona benziyor. Bir şeyin özeti gibi. Ben de biraz daha çocuk gibi düşünüp ayrıntıları şuurlu olarak atarak çalışıyorum. Kendi resimlerimi yaparken grafik dengelere ve lekelere dikkat ediyorum. Resmim bir kere dinamik durmalı. Canlı, ilgi çekici olmalı. Anlatılacak konu daha ön plana çıkmalı. Bu anlattıklarım minyatürde var zaten. Ama tabii ki grafik anlatım o zaman denenmemiş bir şey. Renk lekeleri, dengeleri, çarpıcılık, mavinin bir tarafta daha çok oluşu, yeşilin bir yere toplanışı, biraz boş mekan bırakılması, binanın daha devrik çizilmesi... Mesela o zamanlarda daha devrik çizelim diye bir şey yok. Şehrin ana caddesine mesela bir doğruluk çizerler.... Bağdat'ı çizmiş mesela Matrakçı, nehir akıyor, Bağdat nehri... her iki yakayı karşı taraftan bakıyormuş gibi çizmiş.

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED
Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...