T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 18 HAZİRAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Ülker'den neler öğrendim?

Bazen okuyuculardan "yürek yakıcı" mektuplar alırım. Bunlardan bazıları şöyle bitiyor: "Mustafa Özel, senin bize iş hayatından yerli veya yabancı bir takım insanları 'örnek' diye göstermeni anlamıyoruz." Tabii, buradaki "anlamıyoruz!" ifadesini "yakıştırmıyoruz!" diye okumak lâzım. Onlara göre büyük adam, örnek adam ya siyasette olur, ya bürokrasi veya bilimde.

Bu yargının gerekçesini anlamak zor değil. Para kazanmak 'ince' bir meslek ve bu ince yol bir sürü 'numara' içerebilir. Fakat aynı şeyi siyaset, bilim ve bürokrasi için de söyleyemez miyiz? Siyaset ve bürokraside az mı dolap dönüyor? Akademik dünya çoğu defa siyaset ve bürokrasinin emir kulu durumuna düşmüyor mu?

Ahmet Mithat Efendi, Müşahedat başlıklı romanını biraz da bu anlayışı yıkmak için kaleme almıştı. Romanın kahramanı Seyyit Mehmet Numan, size geçen hafta tanıttığım Michael Dell'i aratmayacak derecede icatçı bir girişimcidir. "Uluslararası Turfandacılığı" icat etmiştir: Odesa, Varna yoluyla Rusya ve Avrupa'ya turfanda ürünler göndermektedir. "Evet, bu da bir icattır. Yalnız bu değil, ticaret hayatında her şey icattır. Yeniden yeniye kâr getirecek şeyler bulunmazsa, zaten bilinip öğrenilmiş olan şeyler pek büyük bir kâr getirmezler. Ah! Ticaret insanda ne güzel uyanıklığı gerektiren bir uğraştır. En küçük bir başarı, kendi kumandasındaki askerle bir zafer kazanan kumandanın aldığı lezzet kadar vicdanî bir lezzet doğurur."

Muhtemelen Mithat Efendi'ye de bana gönderilene benzer mektuplar gitmiş olmalı ki, hemen komutan ile tüccar arasında kurduğu benzerliği savunmaya geçiyor: 'Bir tâcirde ne büyüklük olabilir? Tâcirler arasında da büyük adam bulunacaksa, cihanda küçük adam kalmamış olmaz mı?' derler. "Ne manasız bir hitap. Büyük adam her meslekte bulunabilir. İnsanın kendi mesleğinin büyük adamlarından sayılması için emsaline nispetle, üstünde taşıması lâzım gelen seçkin vasıflara ulaşması onu büyük adamlar arasına katabilir. Büyüklük denilen şeyin diğer mesleklerden ziyade ticaretle uğraşanlar arasında bulunabileceğini inkâra gerek yoktur."

Mithat Efendi'nin sözlerini ikna edici bulmuyorsanız, işte size ondan 1200 yıl önce yaşayan Hz. Ömer'in (ra), ganimet geliri artınca ticaretten kopan sahabilere tepkisi: "Ticarete önem verin, şu mevâliler dünyanız konusunda sizi yanlış yola sevk etmesinler." Hz. Ömer halifeliği sırasında pazara gitmiş ve oradakilerin çoğunun Nebatîlerden olduğunu görünce üzülmüştü. Nebatîler, Irak'a gelip yerleşen bir topluluk olup, bu tabir daha sonraları avam veya ayaktakımı için kullanılmıştır. Halife Ömer, toplumun seçkin insanlarının ticaretten kopmasını hayırlı bir gelişme olarak görmüyordu.

Hemen seçkin sahabileri evlerinden çağırdı ve pazarı terk etmelerinden ötürü onları kınadı. Onlar ise: "Allah, nasip ettiği zaferle bizi pazarlara muhtaç olmaktan kurtardı. Artık kendimizi ibadete verdik. İbadet, ticaretten üstün değil midir?" anlamında sözlerle kendilerini savundular. Hz. Ömer'in cevabı, hem Mithat Efendi'nin, hem Mustafa Özel'in okuyucuları için deprem şiddetindedir: "Allah'a and olsun, eğer böyle yaparsanız, muhakkak ki erkekleriniz onların erkeklerine; hanımlarınız da onların hanımlarına hizmetçi olacaktır."

Sabri Ülker ile çalışmaya başladığımda ben 33, o 66 yaşındaydı. On yıl kadar yakınında bulundum. Rasyonel bir mistikti. Bugün 85 yaşındadır ve mistikliği de, rasyonelliği de devam ediyor. Son aradığımda, "Efendim, müsaitseniz yarın sabah gelmek istiyorum" demiştim. Cevabı: "Saat kaçta geleceksin? Programıma bir bakayım, sana dönerim." Beş dakika sonra aradığında şöyle diyordu: "Yarın dokuzda üretim toplantısı var; ona katılmam lâzım!" Oysa aktif yöneticilikten kopalı çok olmuştu. Buna rağmen, gününün planını eski tarzda yapmaya devam ediyordu. Fabrikaya gidip, tek tek birim müdürlerini çağırıyor; onlara ecel terleri döktürten sorular soruyor ve tatminkâr cevap veremeyenleri nazikçe azarlıyordu.

Diğer yandan, rasyonelliğini aşan mistikliği de sürüp gidiyordu. Süleyman Kaya Bey yanına gittiğinde, "Anlat bakalım, neler yapıyorsunuz?" diye sormuş. Süleyman Bey, "Allah'a hamd olsun; Ülker çok büyüdü" deyince, Sabri Bey adeta patlamış: "Sus! Büyük olan yalnız Allah'tır. Ne demek Ülker büyüdü? Siz işinize bakın. Öyle boyunuzdan büyük laflar etmeyin!"

Sabri Ülker Bey'den öğrendiğim üç kısa dersi birer darbımesel havasında özetlemek istiyorum:

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Bunu mistik bağlamda söylemiyorum. Sabri Bey sık sık şöyle derdi: "İşinize odaklanın; başka işlerin cazibesi sizi ayartmasın. Tanıdığım işadamlarının bir kısmı, sektörleri biraz dara girince, hemen tası tarağı toplayıp daha çekici gözüken işlere daldılar. Tabiatıyla, birçoğu muvaffak olamadı. Davulun sesi uzaktan hoş gelir. Her mesleğin püf noktaları vardır. Bunları üç beş günde öğrenemezsiniz. Bisküvi işi yapan bazıları, zamanla işi bırakıp bez alıp satmaya başladılar. Fakat hamur işinden kumaş işine geçmek öyle kolay değildir. Pek az kişi iş değiştirdiğinde muvaffak olmuştur."

Odaklanma, Sabri Ülker için temel bir değer; adeta bir erdemdi. 1993 yılında, Ülker henüz kek işine girmiş değildi. Bir Amerikan firmasıyla lisans anlaşması yapmak için aylar süren görüşmeler yapmış, fakat şirketi Türkiye pazarı için makul bir fiyata razı edememiştik. Bir ara Sabri Bey, benim tahmin ve tahammül edemeyeceğim kadar yüksek bir bedele bile evet der gibi olunca, dayanamayarak: "Efendim, biz Ülker'de bunlardan daha iyi kek yaparız. Niçin bu kadar yüksek bir bedel ödeyelim?" deyivermiştim. Cevabı bilgeceydi: "Doğru. Biz istersek bunlardan daha iyi kek yapabiliriz. Fakat kekle uğraşınca, bisküvi yapmayı unuturuz!"

DÜRÜST OL, İKİ YAKADA DA KAZAN

Dünya ve ahiret ayırımı her halde sınırlı zihin gücümüzün eseridir. Normalde, iki değil bir hayatımız vardır. Dünya hayatı dediğimiz dönem, kısa süreli bir geçişten ibaret. "Bir ağacın gölgesinde verilen kısa bir mola." O halde, insanî vasıflarımızın etkisi hem molada, hem mola sonrası (mahiyetini kavramaya güç yetiremediğimiz) hayatta karşımıza çıkacaktır. Dürüstlük de temel bir manevî nitelik olduğundan, asıl meyvesini mola sonrasında verecektir. Fakat, Max Weber'in Protestan ahlâkına dair tezinde de vurguladığı gibi, dürüstlüğün bu dünyadaki meyvesi de gayet göz alıcıdır. Bunu Sabri Bey'in, Ülker'in 50. Yıl kutlama töreninde anlattığı şu olayda çarpıcı biçimde görebiliyoruz:

1958 devalüasyonundan sonra, ülkede temel meta fiyatları sık sık yükselmekte, dolayısıyla sanayiciler de ürünlerine boyuna zam yapmaktadır. 27 Mayıs darbesinden birkaç ay önce, her nasılsa çok yükselen un fiyatı hükümet kararıyla geri çekilmiş, dolayısıyla elinde unlu mamül bulunanlar zarara uğramışlar. Sabri Ülker, bütün toptancılarına kendi el yazısıyla birer mektup gönderip, ellerindeki bisküvi miktarlarını bildirmelerini istemiş. Mevcut stoğu tespit ettikten sonra, eski (yüksek) bisküvi fiyatıyla yeni (düşük) fiyat arasındaki farkı hesaplamış ve bu farkı her bir toptancının bir sonraki siparişinden düşmüş. Böylece toptancılar, kendileri için önemli olabilecek bir zarardan kurtulmuşlar.

Peki, çevremizde maalesef çok sık rastlanmayan bu dürüst davranışın, bu "iyiliğin" dünyevî kârı ne olmuş? Onu da şöyle anlatıyor Sabri Bey:

27 Mayıs darbesinden sonra, ortalığa şöyle bir laf yayıldı: "İhtilalciler fiyatların düşmesini emretmişler! Yakında fiyatlar düşecek!" Piyasalar bıçak gibi kesilmiş. Anadolu tüccarı kesesinde banknotlarıyla İstanbul'a gelmiş olsa bile, fiyatların düşmesini bekliyor, mal almıyor. Tabii, bizim bunlardan haberimiz yok, çünkü satışlarımız neredeyse ikiye katlanmış. Sonradan işittik ki, kumaştan züccaciyeye kadar hiçbir yerden mal almayanlar, "Boş dönmektense bisküvi alalım, nasılsa Sabri Bey fiyatlar düşse bile zararımızı öder" diyorlarmış!

Kıssadan hisse: Lider yönetici, maneviyatı güçlü olandır. Sadece maddi hesaplarla başarıya ulaşılamaz!

Başarı, iyi planlama ile inatçı uygulamanın çocuğudur. Ülker grubu on yılda yaklaşık on misli büyüdü. Genelde, ana odaktan fazla sapma olmadan gerçekleşti bu büyüme. Arada bir (otomotiv gibi) bazı alakasız sektörlere girildiyse de, çabuk dönüldü. ("Zararın neresinden dönseniz kârdır!") Bu büyüleyici gelişme tesadüf veya şans eseri değildir. Daha 1990'lı yılların başlarında, 1995, 2000 ve 2005 yıllarının "ana hedefleri" belirlenmiş gibiydi: 1995'e kadar yağ ve fruktoz (şeker), 2000 yılına kadar süt, 2005 yılına kadar ise dondurma ve gazlı içecek alanlarına girmek. Vakitsiz yatırım taleplerine, Sabri Bey hep kulaklarını tıkardı. "Efendim, yazın sıcaklar başlayınca bisküvi ve bilhassa çikolata tüketimi azalıyor. Bu yıl dondurma işine başlasak mı?" diye sorduğumda, kulaklarıma altın küpe olan şu cevabı vermişti: "Süte hakim olamayan, dondurma yapamaz evladım!"

Planlamayı etkili uygulama takip etmelidir. Bir gün kendi aramızda bazı yönetici arkadaşları değerlendirirken, toplantılarda pek konuşmayan, fikrî katkısı sınırlı bir arkadaşı hafif yollu eleştirir gibi olmuştum. Cevabı harikaydı: "Haklısın. Kafası hiç çalışmıyor gibi gözükür. Aslında beyni her söyleneni sünger gibi emer. Tatbikatta ise çok inatçıdır. Bize böyle yöneticiler de lâzım. Herkes fikir üretirse, malı kim üretecek?"

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi