|

Batı’nın öteki Batı’yla imtihanı ve Çin

Dünyada hızla değişmekte olan je-ekonomik ve jeo-stratejik dengeler özellikle Soğuk Savaş-sonrasının tek kutuplu kurulu düzeninin artık işlevsiz hale geldiğini gösteriyor. Trump ile beraber Amerikalıların bile bu düzenden yavaş yavaş vazgeçtiği bir dönemde Avrupalılar eski müttefikleri ABD ve olası yeni ortakları Çin arasında bir denge gözetmek zorunda kalacaklar.

Yeni Şafak ve
04:00 - 9/06/2017 Cuma
Güncelleme: 04:16 - 9/06/2017 Cuma
Yeni Şafak
​Batı’nın öteki Batı’yla imtihanı ve Çin
​Batı’nın öteki Batı’yla imtihanı ve Çin

Eşref Yalınkılıçlı - Avrasya Analisti

Donald Trump ABD’de iş başına geldiğinden beri hem iç politikada hem de dış politikada çalkantılı günler yaşıyor. Bir yandan içerde Amerikan müesses nizamı ile mücadele eden eski iş adamı yeni başkan Trump, dışarda ise küresel boyutta ses getirecek politik söylem ve hamlelere girişiyor. Trump ve ekibinin geçen seneki seçim kampanyası boyunca ve öncesinde Rus siyaset ve ekonomi çevreleriyle olan bağlantıları nedeniyle kendisine yöneltilen suçlamalar Kremlin’in Amerikan seçimlerine müdahale ettiği iddialarına yol açtı. Bu ise Trump’ın seçim kampanyasında vadettiği gibi Rusya ile ilişkilerin düzeltmek şöyle dursun, daha da gerilebileceği hassas bir dönemin kapılarını araladı.

ABD VE AB ARASINDA FAY HATLARI KIRILIYOR

Bu yeni dönemde esas üzerinde durulması gereken nokta ABD’nin Trump başkanlığında küresel önderliğini sürdürüp sürdüremeyeceği konusudur. Hâlihazırda Rusya gibi küresel güçler ve Çin gibi bölgesel aktörler ile sorunlar yaşayan ABD’nin Trump başkanlığında Avrupa ile de diplomatik krizlere hazır olması gerekecek. Zira bu durumun emareleri Trump’ın geçen ay NATO zirvesi vesilesiyle Brüksel’e ve akabinde G7 toplantısı için İtalya’ya yaptığı seyahatler sırasında ve sonrasında görülmeye başlandı. Adeta Avrupalıları azarlayarak konuşan Trump, NATO müttefiklerinin savunma harcamalarının yeterli olmadığını ve bu yüke Amerikalıların daha fazla katlanmak istemediğini muhataplarına birincil ağızdan anlattı. Üstelik Washington’a döner dönmez ABD’nin 2015’de imzalanan Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiğini ilan eden Trump özellikle Alman-Fransız bloğunu iyice kızdırdı.

Avrupa’nın bu duruma tepkisi ise yine birincil ağızlardan, özellikle Alman Şansölyesi Angela Merkel, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel ve Fransa’nın yeni seçilen genç cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dan geldi. Merkel daha önce hiçbir Alman şansölyesinin yapmadığı bir eleştiriyi dillendirip, en üst perdeden ABD’nin Avrupa için artık güvenilir bir ortak olmadığını ve AB’nin kendi yolunu kendi çizmesi gerektiğine işaret etti. Gabriel ise, Şansölyeyi destekler mahiyette Birleşik Devletler’in Suudiler ile Trump’ın Ortadoğu gezisi sırasında imzaladığı 110 milyar dolarlık silah satışı anlaşmalarına gönderme yaparak, Amerika’yı dünyada istikrarı tehdit etmek ve bilhassa da Avrupa’da barışı riske atmakla suçladı. Almanya’nın bu keskin eleştirilerine Trump iklim anlaşmasından çekildikten sonra Macron da katıldı ve Élysée Sarayı’ndan ilk defa İngilizce seslenen bir Fransız cumhurbaşkanı olarak ABD’yi yaptığı hatadan dönmeye ve geleneksel oyun kurucu rolüne sahip çıkmaya çağırdı.

11 EYLÜL SONRASI
GERİLİM ARTTI

Aslında Alman-Fransız ekseninin ABD’ye dönük eleştirel tutum ve tavırları eski Amerikan başkanı G. W. Bush döneminde Alman Şansölyesi Gerard Schröder ve Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın 11 Eylül sürecindeki ABD’nin savaş politikalarına karşı çıkmalarıyla başlamıştı. O dönem için Bush ve ekibi Alman-Fransız bloğunu eski Avrupa’yı temsil etmekle suçlamış ve Tony Blair’in başbakanlığındaki Birleşik Krallığı da yanına alarak Avrupalıların sesini kısmayı başarmıştı. Bir önceki başkan Obama’nın Bush’a nazaran AB liderleriyle kurduğu daha dengeli ilişkiler ve 2008 sonrasındaki ekonomik kriz Avrupa’dan gelen eleştirilerin tonunu yumuşatmış, ancak tamamen de yok etmemişti.

Avrupalıların içine düştüğü siyasi bölünmüşlük sendromuyla beraber son on yıldaki toplumsal bunalımlar ve Trump yönetimi ile yaşanan hayal kırıklıkları, taraflar arasındaki diplomatik anlaşmazlıkların zirveye çıkacağı bir dönemin kapısını aralıyor. İngiltere’nin AB’den çıkışı sürecinde bu krizler daha da derinleşip, saflar daha da ayrışacaktır. Birleşik Krallığın AB üyeliğine kökten karşı çıkan UKIP lideri Nigel Farage’ın Washington’da ‘sevgi ve saygıyla’ karşılanması Trump yönetiminin nasıl bir Avrupa hayal ettiğini gözler önüne serdi.

Hâlihazırda yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı, mülteciler akını ve ekonomik buhranlar içinde aşırı sağın yükselişine engel olamayan Avrupa’nın bir de terörizm tehdidine açık hale geldiği bu zamanda ABD tarafından güvenlik anlamında yalnız bırakılması dünyada jeopolitik dengelerin sarsıldığı ya da eskiden olduğu gibi bir şeylerin Batılılar lehine pek de iyiye gitmediğini gösteriyor.

AVRUPA’NIN ASYA
YÖNELİMİ VE ÇİN FAKTÖRÜ

Çiçeği burnunda Amerikan başkanı Trump, seçim kampanyası boyunca Çin ve Meksika gibi ülkeleri hedefe koyarak, Amerika’nın kapitalizmi yayma misyonundan adeta geri adım atarcasına dış ticarette izolasyon politikalarını öne çıkardı. Bu doğrultuda Trump, iktidara gelir gelmez radikal sayılabilecek bir karar alarak geçen sene Obama döneminde hayata geçirilmiş olan Trans-Pasifik Ticaret Anlaşması’nı lağvetti. Dahası, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nda da bir revizyon öngören Trump, yine Obama döneminde gündeme gelen ve Avrupalıların ekonomik sıkışmışlığını gidermesi beklenen Trans-Atlantik Anlaşması’nı da rafa kaldırmış görünüyor.

Yeni ABD yönetimi Trump önderliğinde dünya ticaretinde daha pasifist bir konum alıp, tecrit politikalarına sığınmışken, Asya’nın bir ucundan Avrupa’ya kadar yeni bir ticari yayılım ve ekonomik küreselleşmeyi şiar edinmiş olan Çin ise, Avrupalıların bu finansal-ekonomik sıkışmışlıklarına Doğu merkezli yeni bir açılım getirmeye çalışıyor. Çin devlet başkanı Xi Jinping geçen ay ortalarında resmen duyurduğu “Tek Kuşak, Tek Yol” temalı yeni ipek yolu projeleriyle dünya ticaretine yeni bir soluk getirmek için kolları sıvadı.

AVRASYA’DA
REFAH ARTACAK

Çin, Avrasya, Ortadoğu ve Avrupa coğrafyaları arasında malların hızlı dolaşımı ve pazarların birbirine entegre edilmesini hedefleyen ve hem karadan hem de denizden bu bölgeleri birbirine bağlayacak olan mega projelere 65’e yakın ülke direkt katılacak. Bu ise yaklaşık dünya nüfusunun % 60’ı ve dünyanın ürettiği gayrisafi milli hasılaların yaklaşık % 70’ine tekabül ediyor. Yeni İpek Yolu ülkeleri üzerinde inşa edilecek otoyollar, tren yolları, enerji boru hatları, limanlar, lojistik merkezler ve diğer altyapı yatırımlarıyla beraber Çin ve Avrupa arasındaki bölgenin gayrisafi milli hasılalarındaki artışın ülkesine göre % 4-7 arasında olması bekleniyor.

Bunun anlamı gelecek 50 yılda Çin merkezli bir ekonomik küreselleşmenin Avrasya bölgesini dünya ticaretinin merkezi haline getireceği gerçeğidir. Birbirinden çok farklı göstergelere sahip ama ortak ticari çıkarları ve pazarları elinde tutmayı hedefleyen AB ise bu gerçekliğe yüz çeviremeyecektir. Her ne kadar Avrupalılar halen güvenlik anlamında ABD öncülüğündeki NATO şemsiyesi altında örgütlenmeye devam etseler de orta ve uzun vadeli ekonomik çıkarlar yaşlı kıtayı eski akranı olan Asya’ya yöneltmektedir.

DERİNLEŞEN ÇİN-ALMANYA İLİŞKİSİ

Bu durumun farkında olan Almanya’nın Çin ile artan ekonomik ilişkileri, İpek Yolu’nun Batı ucunu temsil etmesi nedeniyle daha da derinleşeceğe benziyor. Hem Mart ayının sonunda Almanya’yı ziyaret başkan Xi hem de geçen hafta Berlin’e giden Başbakan Li Keqiang aynı minvalde Almanya ile işbirliğinin artarak süreceğini kaydetmiş, Merkel ise bu durumu destekler nitelikte Çin’in Almanya ve Avrupa’nın yeni ortağı olduğunu vurgulamıştır. Almanya geçen sene ABD’nin bütün uyarılarına rağmen, Dünya Bankası’na alternatif olarak Çin tarafından 100 milyar sermaye ile kurulan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Fransa ve İngiltere gibi diğer Batılı güçler ile kurucu ülke olarak katılarak dünyadaki bu yeni ekonomik trende sırt çevirmeyeceğini gösterdi. İçinde bulunduğu ekonomik durağanlık ve kriz ortamını ticari yayılma ile aşabilecek olan AB’nin genelin de birliğin en önündeki lokomotifi takip etmekten başka çaresi görünmüyor.

Dünyada hızla değişmekte olan je-ekonomik ve jeo-stratejik dengeler özellikle Soğuk Savaş-sonrasının tek kutuplu kurulu düzeninin artık işlevsiz hale geldiğini gösteriyor. Trump ile beraber Amerikalıların bile bu düzenden yavaş yavaş vazgeçtiği bir dönemde Avrupalılar eski müttefikleri ABD ve olası yeni ortakları Çin arasında bir denge gözetmek zorunda kalacaklar. Nitekim Avrupa’nın güvenlik parametreleri halen ABD ile NATO şemsiyesi altında işbirliğine devam edilmesini zorunlu kılarken, yeni ortaya çıkan ekonomik gösterge ve eğilimler Avrupalıların Çin gibi ticari ortaklar edinerek yollarına devam etmeleri gerektiğini salık veriyor.

ÖN ŞART YERİNE GELMELİ

Bu noktada birliğin hem Rusya hem de Türkiye gibi kadim komşularıyla olan inişli çıkışlı ilişkilerini de tamir etmesi gerekecek. Zira her iki ülke de Batı ile Doğu arasında birer köprü durumundalar ve Brüksel’in Ankara ve Moskova ile yapacağı ekonomik ve güvenlik işbirliklerinin düzeyi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana elini verip kolunu kaptırdığı Washington’a olan bağımlılıklarını da o oranda azaltabilecektir. Dolayısıyla AB ve Çin arasındaki muhtemel yakınlaşmanın ön şartlarından biri de Avrasya açılımı olmalıdır.

Diğer yandan, ABD-Rusya ve ABD-Çin ilişkilerinin geleceği ve bilhassa tarafların önümüzdeki dönemde bütün dünyayı ilgilendiren Güney Çin Denizi bunalımı, Kore Yarımadası’ndaki nükleer çatışma olasılığı, Suriye iç savaşı ve Ukrayna krizi gibi konularda takınacağı tavırlar dünya siyasetinin gittiği yöne dair daha somut çıkarımlar yapmamızı kolaylaştıracaktır. Obama döneminde bütün bu sorunlara karşı daha nötr ve etliye sütlüye karışmayan bir tavır geliştiren ABD’nin ise, Trump önderliğinde daha ön alıcı ve vizyoner politikalar geliştirmesi gerekiyor. Aksi takdirde en başta dikkat çektiğimiz konuya dönecek olursak, Trump’ı hem iç politikasında hem de dış politikasında çok zorlu yıllar bekliyor ve bu yıllar Amerika’yı yeniden büyütmek bir yana dünya siyasetinde daha da geriletebilir.

#Batı
#Çin
#ABD
#Rusya
7 yıl önce