|

Cesur ketaki çiçeği: Safiye Erol

“Şehirler insanın boğazına bıçak dayayabilir mi sizce? Sanırım soruyu açmam gerekiyor. Bir şehir üzerindeki evleriyle köprüleriyle mabetleriyle ayağa kalkıp yürür mü? Sonra da gidip bir insanın boynuna cebinden çıkardığı sustalıyı dayar mı? Neden olmasın?”

Yeni Şafak
06:00 - 9/12/2015 Çarşamba
Güncelleme: 21:45 - 8/12/2015 Salı
Yeni Şafak
AYŞE SEVİM


Safiye Erol'un boğazına bıçağını dayayan ilk şehirler Rumeli'ye aitti. Balkan Savaşları başlayınca Müslüman Türkler bereket kokulu mutfaklarını, güneş doğarken çapaladıkları tarlalarını, iri hayvanlarını, çıplak ayaklarıyla yürüdükleri derelerini, yanından Fatiha okumadan geçmedikleri mezarlarını bırakarak göçe başlamışlardı. Yıllardır birlikte yaşadıkları komşularına şeytan korkunç şeyler fısıldıyordu çünkü. Evler yakılıyor, baltalar havaya kalkıyor, silahlar ateşleniyordu. Şeytan dudaklarını yüzünden çıkarmış ve Osmanlının gayrimüslim vatandaşlarının kulaklarının dibine fırlatmıştı. Fırlatılan o tek dudak milyonlarca dudağa ayrılmış tıslıyordu: Öldür, öldür, öldür…



KIŞ KIYAMET VE MİSAFİR ARKABALAR


Balkanlardan kaçanlar karlara bata çıka İstanbul'a doğru yürümeye başladılar. Bebekler, dedeler, genç kızlar, erkekler, anneler, birer çığlık gibi ilerliyorlardı. Yolda donuyorlar, açlıktan yere düşüyorlar, vahşi hayvanların saldırılarına uğruyorlardı. İşte o esnada Rumeli ayağa kalktı ve İstanbul'daki insanların boğazına gözleri dolu olduğu halde bıçağını dayadı: “Evlatlarım geliyor, perişanlar, elinizi uzatın, duyuyor musunuz, uzatın…” diyerek haykırdı. İstanbul'daki ahalinin bir kısmı bu haykırışı gök gürültüsü sanıp perdelerini sıkı sıkı örttü, bazıları ise evlerinin kapılarını sonuna kadar açtı.



Safiye Erol'ların açık kapısından içeriye de otuz, kırk akraba girdi. Beş altı odalı ev ağızlarında şeker varmışçasına kelimeleri yuvarlayarak telaffuz eden dayılarla, amcalarla, teyzelerle, yengelerle kuzenlerle böylece doldu. Üç katlı konağın merdivenlerini önce çocukların topukları, ardından da kadınların azar sesleri dövüyordu. Sabahtan akşama kadar merdivenlerde çocuklarla kadın sesleri birbirlerini kovalayıp duruyordu. En üst katta ise ufakların girmesine müsaade edilmeyen ekâbir odası vardı. Bakın Safiye bu odayı nasıl anlatıyor: “İşte orada büyük babam, babam, amcam, daha bilmem kim bir vükela meclisi gibi tekellüf ve merasimle otururlardı. Çiftlik çubuk mal mülk her şeyi bırakıp üstlerindeki yıpranmış elbiselerle göçmüştüler. Yine de hal ve tavırlarına bakınca derdiniz ki hepsi birer uç beyi. Bu durumdan öğrenilecek bir şey olduğunu ben daha o zaman sezmiştim. Sanki ecdadım topla tüfekle yıkılamayacak bir şeye sahip olduklarını bana daha o zaman duyurmuşlar ve beni kütük kalitelerine erken erken ortak etmişlerdi.”



“Aşk öyle bir zırvadır ki bütün hakikatler ona feda olsun.”


Safiye Erol on üç yaşlarındayken başka bir şehrin bıçağıyla tanıştı. Bu şehir çocuğun boynuna bıçağını Rumeli şehirleri gibi acıyla dayamamıştı. Daha çok Safiye'ye: “Hadi bakalım” der gibiydi. Bıçak burada kesici özelliğini yitirmiş ve basbayağı kaleme dönüşmüştü. Başarılı bir talebe olan Safiye Türk- Alman derneği vasıtasıyla Almanya'nın Lübeck şehrine gidecekti. Türkiye'den ilk defa yurt dışına gidecek olan öğrencilerle beraber hem de. Valizler hazırlandı, dualar edildi ve on üç yaşındaki çocuk İstanbul'un yumuşacık battaniyelere benzeyen ikliminden, nasırlı bir ele benzeyen Lübeck'in iklimine doğru uğurlandı. Önce lise, ardından üniversitede felsefe tahsili son olarak da Münih'te tamamlanan şarkiyat doktorası... Safiye Erol'un doktora tezinin konusu “Eski Arap Şiirinde Bitki Adları”ydı.



“Eski Arap Şiirinde Bitki Adları” sizce de harika bir tez konusu değil mi? Tezin sayfalarını karıştırırken pek çok çiçeğin kokusunu duyabilirsiniz sanki. Paragrafların arasında gözleriniz dolaşırken, ayaklarınız da bir ormanda yürümeye başlayabilir. Bu tezin virgülleri, noktaları, soru işaretleri arasında bir adamla da karşılaşabilirsiniz. Esmer, yapılı, cesur bir adamla... Bu adamı onca çiçek isminin arasına koyan şey de nedir sizce? Aşk olmasın.



KENDİNİ KETAKİ ÇİÇEĞİNE BENZETİR


Safiye Erol bir mülakatında kendisini Ketaki çiçeğine benzetmiştir. Hikâyeye göre Brahma aşkın kimyasını çözebileceğini söyleyerek kutsal varlıklarla iddiaya girmiş. Kutsal varlıkların bıyık altından gülmesine rağmen Brahma aşkın üzerindeki örtüyü yırtacağını haykırıp yola koyulmuş. Ateşin dişlediği çöllerde gezmiş, insan yutan dağlara tırmanmış, fırtınanın tırnakları yüzüne geçmiş… Fakata aşk deryasına yaklaşamamış… Brahma nefesinin kesildiği esnada aşk gerçeğinin son menziline ulaşıp geri dönen Ketaki çiçeğini görmüş. Şaşırarak: “Ey bu yolları bir başına gidip gelen küçücük çiçek, şu vücutsuz vücudunla bu yangına nasıl dayandın?” diye sormuş. Ketaki : “Brahma! Bilmez misin, kılıç havayı kesmez ve ateş ateşi yakmaz. En yalçın kayaların teninde ipek gibi yosunlar biter.” diye yanıtlamış onu. Safiye Erol hikâyeyi bu şekilde anlattıktan sonra kendisiyle mülakat yapan kadına dönerek sigarasını ağır ağır kül tablasına bastırmış ve:



“İşte ben tıpkı ketaki çiçeği gibi, yaşadığım o en büyük insanlık macerasını akıl tanrısı Brahma'ya anlatırmış gibi, insan kardeşlerime anlattım; Ketaki çiçeğinin cüretini gösterdim. Bunu yapmaya mecburdum, çünkü ölüm diyarından diri olarak geçmiş, kolayca yaşanamayan bu hârikalı denemeyi tek başıma ve en güç yoldan başarmıştım. Bunun sadece benim hafızamda kalması haksızlıktı.”



ÜLKEMİN BANA İHTİYACI VAR


Safiye Erol gerçektende tüm romanlarında Ketaki Çiçeğini anlatmıştır. Yani kendisini… Peki, onu Ketaki çiçeği haline getiren kimdir? “Eski Arap Şiirinde Bitki Adları” tezinde karşılaştığımız adam kimdir? Hintli bir talebe olduğunu biliyoruz. Beraberce okunan kitaplar, saatlerce yapılan yürüyüşler, Birinci Dünya Harbinin yıkıntılarından birbirlerine sığınmalar, sebepsiz dakikalarca susmalar…





Ülkemin bana ihtiyacı var. Gideceğimi biliyorsun. Sensiz gitmek istemiyorum. Hindistan'da evleniriz. Orada…


Hintli genç Safiye'yi ikna etmeye çalışırken İstanbul elindeki bıçakla oynayarak onlara bakıyordu. Sırtını duvara yaslayan İstanbul'un yüzünde sinirli bir gülüş vardı. Hintli genç Safiye'nin omuzlarını tutup sarstı. Genç kadın sevgilisinin o esnada göremediği İstanbul'a gözlerini dikmişti. İstanbul buz gibi bir sesle tane tane konuşmaya başladı. “Gelemem, İstanbul'a dönmeliyim. Ülkemin bana ihtiyacı var. Bunca eğitim, fedakârlıklar, her şey… İhanet olur.”



Konuşan İstanbul'du. Genç kadın dudaklarını kıpırdatmıştı sadece… Kelimeler onun gırtlağından değil, İstanbul'un gırtlağından çıkmıştı. Fakat Hintli genç bunu fark etmedi. Kapıyı çarpıp dışarı çıktı. Merdivenlerden hızla aşağı inerken onun boğazına da Hindistan'ın tüm şehirleri bir olup bıçaklarını dayadı. “Safiye'yi unut, onunla kalamazsın. Ülkene döneceksin” diye bağrışıyorlardı. Hintli genç memleketinde özgürlükleri savunan mühim bir politikacı olacaktı.



ALMANYA'DA SEVGİLİNİN EVİNDE


Yıllar sonra Safiye Almanya'ya gittiğinde sevgilisinin kaldığı pansiyona uğradı. Pansiyoncu kadın Safiye'yi görünce: “Sizi tanıyorum ben, siz, siz, evin bütün duvarları sizin fotoğraflarınızla dolu. Her yer… İçeri girin… Kendisi şu anda Hindistan'da...” dedi. Safiye elini boğazına götürdü. Bıçağın ucunu kuvvetle hissediyordu. Pansiyonun duvarlarındaki resimlerin boyunlarından kan sızmaya başladı.


“Aşk, bakir ve ergin ruhların, beneksiz kristal gibi billurlaşmış vücutların imtiyazıdır.”


-Neden beni geri getirdin?


Safiye yumruklarını sıkmış camdan dışarıya bakarken İstanbul'a sormuştu bu soruyu. İstanbul genç kıza yaklaşıp: “Aşkı öğrenmen için Safiye” dedi. Safiye eliyle şakaklarını ovarak yanındaki koltuğa çöker gibi oturdu. “Bir şehir bana aşk hakkında ne öğretecek ki” diye bağırdı. “ Sen henüz can çekişiyorsun biz burada seni öldüreceğiz Safiye. Unutma kılıç havayı kesmez ve ateş ateşi yakmaz. En yalçın kayaların teninde ipek gibi yosunlar biter.” ” diyerek yanıtladı koca şehir onu.


İlerleyen zamanda Safiye Erol, Rufai şeyhi Kenan Rufai Hazretleriyle tanıştı. İstanbul ona vaat ettiğini verdi. Almanya'da kokusunu aldığı aşkın tüm sokaklarını Rufai mektebinde öğrendi. Artık o gerçek bir Ketaki çiçeğiydi. Ölmeden önce öldü.



ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK


“Senelerce muhitime oynadığım zindelik ve şetaret komedyasının bir icabı da kılık kıyafetime daima çekidüzen vermek, benim vaziyetimde bir kadından beklenildiği derece bakımlı olmaktı. O gün yine giyindim, kuşandım, aynaya baktım: Mumya süslenmişti. Haspanın hiç eksiği yoktu, arpej sürmüş, inciler takmış. Doğrusu çok külfet! Fakat ölüyü diri sananları üzmemek, kuşkulandırmamak, tecessüslerini uyandırmamak lazımdı. Bilhassa tecessüslerini. Neden öldün diye soracaklardı ve insanın kendi kendine bile izah edemediği bir keyfiyeti –ölmeden ölmek sırrını- yakınlara anlatmak için çekeceği fuzuli eziyet, meyanede açılacak sonsuz çene pazarı, aslında kutsi olan bir hadiseyi elden ele, dilden dile nafile yere fersudeleştirmek perspektifi o kadar ürkünç ve tiksinçti ki ölmemiş gibi yaparak eski temsili devam ettirmek daha kolay geliyordu…” - Safiye Erol


#safiye erol
#Cesur ketaki çiçeği
#edebiyat
8 yıl önce