|

Kimliği silikleşen şehirler

Yeni Şafak
04:00 - 11/08/2015 Salı
Güncelleme: 19:35 - 10/08/2015 Pazartesi
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Ahmet Murat


Son bir ay boyunca İstanbul'dan Toroslar'a inen, oradan Kaçkarlar'a çıkan beş bin kilometrelik bir güzergâhta Türkiye'yi temaşa fırsatı buldum. Şehirlerden şehirlere, köylerden köylere geçerken; tabiatın yaptığı sürprizler, iklimin hatırlattığı farklılıklar ve değişen şiveler olmasa, kendimi yolculuk yaptığıma her keresinde ikna etmem gerekecekti. Bütün şehirlerimizin birörnek, bütün çarşılarımızın aynı ezberde, her köyümüzün diğerine benzer kurguda olması beni yılgınlığa sürükledi. Şehirlere aynı kişiliksiz “çevre yol”larından girip çıktık; girişlerde aynı mobilya firmalarının münasebetsiz reklam panolarına maruz kaldık; merkezlerinde sebil gibi atm'ler “kurumsal” sıkıcılıkta rekora koşuyorlardı; kaldırımlarını aynı kola firmalarının tentelerine teslim etmiştik. “Kurumsal” şirketlerin değişmeyen dükkan düzenleri ve ışıklandırma anlayışları, artık cami avlusundaki ihtiyar çınara bile tutunamayacak kadar güçten düşmüş olan çarşının ruhunu, uzağa mesela en yaşlıların hatıralarına kadar kovmuştu. İddialı tabelalar, neonlu panolar çarşılarımızı “küresel”leştirmiş yani silikleştirmiş, bütün havasını soğurmuştu. Şehirlerin kadim mahalleleri genellikle gözden düşmüş, yeni gözde mahallelerdeki bina kütlelerinin zevksizliğine acemice “yeşil” makyajlar yapılmaya çalışılmıştı.



“TÜRK EVİ” YOK OLUYOR


Şehirlerimiz birbirine benzemekte kıyasıya yarışıyor. Bu yüzden de Anadolu şehirleri görmeye değer menziller olmaktan hızla çıkıyor. Şehirlerimize çöken bu kabusun, en başta ve en temelde eşyayı dini-din dışı, kutsal-seküler biçiminde parçalı idrak etmemize sebep olan zihniyet yarılması olmak üzere birçok sebebi var ama önemli pratik sebeplerinden biri olarak “Türk Evi”nin yok olması sayılmalı. Türk evi bir barınak, başımızı sokuverdiğimiz bir konut, ömür boyu taksitlerine mahkum olduğumuz bir esaret değil, bir yuva olmasından dolayı bütün bir dünya hayatını çerçeveleyen bir muhassala, bir müktesebattı eskiden. Eşyayla münasebetin, ötekiyle temasın, mahremiyet algısının, kısaca bir dünya idrakinin taşa, ağaca ya da kerpice tercümesiydi. Biz zannettik ki, bu ev evlerden bir evdir. Oda düzeni, avlusu, avluyu çevreleyen yüksek duvarlar, üç-beş ustanın tercihleriyle biçimlenmiştir ve dolayısıyla vazgeçilebilirdir (Bu bakış bir tür “mimari selefilik”tir). Oysa bu ev, eşyayla, insanla ve Allah'la ilişkisi hususunda yüksek seviyede bir dikkat geliştirmiş bir insan tipinin, mekanı mümince idrak etmesinin bir sonucuydu. Bugün bu idraki kaybetmekle, bu evi de kaybetmiş olduk. Evin kaybı mahallenin ve nihayet şehrin kaybını getirdi. Bâtında yaşadığımız parçalanma, nihayet zahirimizi perişan etti.



ÇARŞI, EV, CAMİ


Cami mimarimiz ayrı bir alem. Aklımızın ne ölçüde karıştığını gözlemlemenin en iyi yerleri camiler sanki. Klasiği aşabilecek yeni bir klasik oluşturamadığımız ama aynı zamanda klasik olanın bizim derme çatma şehirlerimizde ve sitelerimizde ne ölçüde anakronik durduğunu da alttan alta sezdiğimiz için, melez ve sık sık lümpen camiler yapıyoruz: Klasik kubbeyi yeşile boyamaktan tutun, mukarnaslı kapının üstüne led ışıklar kondurmaya kadar bir dizi cüretkar, köksüz “deneme”.



Çarşısıyla, eviyle, camisiyle, gördüğümüz bu kabustan uyanmanın bir yolunu bulmalıyız. Yoksa kurduğumuz bu kentler bizi kendilerine benzetecekler ve bu tefekkürsüz, teemmülsüz, zevkten nasipsiz kurgu, bütün bu olumsuz resme rağmen onlarca hadisede kıymetine şahit olduğum bizim çok değerli insan kumaşımıza zarar vermeye başlayacak.



ŞEHİRCİLİK VE MİMARİ DERSİ İHDAS EDİLMELİ


Bunun için Milli Eğitim'e bir çağrıda bulunmak istiyorum. Madem ki, memlekette kimin evini, dükkanını, camisini nasıl yaptığına müdahale etmemize izin vermeyen “çağdaş” bir düzenimiz var; madem ki eskiden bu müdahaleleri alttan alta yürüten mahalle tertibatı ve iç denetim kanalları bugün mefluç vaziyette; madem ki kendisine bakarak hiza alınan eşrafı geçmişe gömdük, o halde hiç değilse ilk ve orta öğretimde bir ders düzeni dahilinde bir şehircilik ve mimari dersi ihdas edebiliriz. Türk Evi'ni, mahallesini, çarşısını anlatan tarihsel bir panoramik bakış yanında; renk, ışık, ev ve bahçe tasarımına dair pratik ama milli bir içerik, iyi mimari örnekler gibi başlıklar bu dersin muhtevasını oluşturabilir. Böylece hiç değilse bazı çok bariz fecaatin önüne geçmenin bir yolu bulunabilir; insanımız balyozu eline her aldığında kendisini tereddüde sevk edecek sahih bir bakışla tanışabilir.



Bir derse çok bel bağlamanın yersizliğinin farkındayım ama şehirlerimizin şu hallerine dair topyekûn bir şuurlanma için bu dersi bir başlangıç fırsatı olarak görebiliriz. Bir Türk şehrinin nasıl olabileceğine dair bir merakın tatmin edici yegâne cevabı olarak Balkanlar'daki Osmanlı bakiyesi şehirleri hatırlamanın utancından kurtulmalıyız. Bu ders sayesinde belki Batı'da ya da Doğu'da bizden daha yoksul, daha eğitimsiz, daha yorgun birçok ülkenin kişilikli şehir dokularına hala sahip olabilmelerinin sebepleri üzerine düşünürüz.




Biz bu kadar Osmanlı, Türk filan deyince, bu dersi gençleri muhafazakarlaştırmanın yeni bir vesilesi olarak algılayıp anında gardını alan sol ve seküler akla ise, “solcu” bir mimar ve yazar olan Cengiz Bektaş'ın o güzelim Türk Evi kitabını okumalarını öneririm.







#şehirlerin kimlikleri
#lümpen
#şehir
#Milli Eğitim
9 yıl önce