|

Kitap mekanları bağımlılık yapar

“Dünyanın hemen her yerinde ve her kültürde, insanla kitaplı mekânlar arasındaki bu ‘anlam’ ve ‘ruh’ bağını görebiliriz. Aradaki fark, bu bağın fıtratla kurduğu ilişki ve yakınlıktadır. Kanaatim odur ki kitap mekânlarının insan tabiatında, ruhunda oluşturduğu bağımlılık, bu yakınlık ve ilişki temeli üzerinde kendisini var ediyor.”

Yeni Şafak
12:36 - 9/09/2015 Çarşamba
Güncelleme: 09:52 - 22/09/2015 Salı
Yeni Şafak
HÜSEYİN SU


'Kitap mekânları' denilince doğal olarak aklımıza ilk önce küfüyle, kokusuyla, tozuyla ve binlerce efsaneye dönüşen yazar ve kitap adlarının dolaştığı büyüleyici, etkileyici mekânlar olarak kütüphâneler gelir. Daha sonra da kişisel ve kurumsal kitaplıklar… Büyük küçük kitap evlerini, sahafları, sahafların ve buraların müdavimlerinin kitapla, birbirleriyle ilişkilerini, binbir türlü ve her biri ayrı birer efsaneye dönüşen hikâyelerini, okur yazarların çalışma odalarını, daha başka mekânlarını da eklememiz gerekir kuşkusuz.


Yeni zamanlarda ortaya çıkan okuma salonları, kafeler, ortak ilgileri kitap veya yazı olan arkadaş gruplarının toplandığı kimi yerlerin de zaman zaman kitap okunan, hatta yazı yazılan ve birer hikâyesi olan mekânlar olarak işlev gördükleri de oluyor. Bizim toplumumuzda 'kıraathâne' olarak da bilinen oyun mekânlarının, kuruluş ve adlandırılış sırasındaki niyetler gerçekleşmeyince 'kahvehâne' adıyla değişmesi, süreç içinde birer 'oyun salonları'na dönüşmeleriyle örtüşmüştür. Bir zamanlar bu kahvehânelerin bir köşesinde sığıntı, iğreti de olsa birer kitaplık bulundurulması zorunluluğunun getirilmesi de ne yazık ki buraları okuma, yazma ve kitap mekânları yapmaya yetmedi. Dolayısıyla bu mekânlar, toplumsal anlamda ister okur, ister yazar olsun kitapla ilgili insanlar üzerinde bağımlılık etkisi bırakan bir mekân olamadılar.


YAZARIN MEKANI

Ancak kimi yazarlar için masası, ısınma imkânı, çayı, kahvesi vs. gibi nedenlerle bir tür çalışma ve buluşma görevi ifa ettikleri olmuştur. Bu açıdan bakıldığında bugün yetmiş, seksen yaşlarında bulunan yazar kuşağının gençlik yıllarında bu kahvehânelerin birer okuma, yazma ve kitap mekânı olarak işlev gördüklerini söyleyebiliriz. Bazı yazarlarınsa evlerindeki çalışma odalarından daha çok kahvehânelerde okuyup yazdıklarını anılarından biliyoruz. Hatta bazı yazarlarla birlikte anılan ve ünlenen kahvehâneler günümüzde bile hâlâ birer edebiyat mekânları olarak bilinir. Bugün hâlâ tek tük de olsa bazı yazarların yazılarını kahvehânelerde, çay bahçelerinde, her ne kadar birer kahvehâne olmasalar da 'kafe'lerde yazmayı sürdürdüklerine rastlamak mümkün: Bir 'kitap mekânı büyüsü'ne rastlayamasak da… Kendi adıma, zorda kalmadıkça kalabalık mekânlarda okuyup yazamam. Bunca yıldan beri yalnızca bir öykümü kahvehânede yazdığımı hatırlıyorum.


KÜTÜPHANELERİN BİR RUHU VAR

Ne ki bugün internet erişiminin yaygınlaşması, akıl almaz biçimde hiç kimsenin izlemediği bir televizyon ve müzik yayını çılgınlığı, kafeleri, kahvehâneleri ve pastahâneleri, birer okuma ve yazma mekânı olmaktan hızla uzaklaştırdı. Buralarda oluşan sanal bağımlılık, artık bildiğimiz o kitap mekânlarının büyüleyici bağımlılığı değil.


Kütüphânelerin, kuşkusuz bir 'iş yeri' olmaktan çok daha fazla bir 'anlamı' var. Bir 'ruhu' var. Bu anlamın ve ruhun oluşmasında elbette kitapların çok önemli bir payı olmakla birlikte, yalnızca bundan ibaret olmadığı kanaatindeyim. Öncelikle kitapla, sonra da mekânla bir okur ve yazar olarak insan arasında kurulan fıtrat ilişkisinde, kütüphânelerin teknolojik donanımla, hatta artık kütüphânelere gitmeye bile gerek kalmadığı gibi bir yaklaşımla ve insanı yok sayan bir profesyonel anlayışla giderek yitirilen bir başka manevî, insanî bağın olduğunu göz ardı etmemek gerektiği kanaatini önemsiyorum.


Burada bir tür kutsallıktan söz etmediğimi, fıtratı gereği insanın arayışından, buluşundan söz ettiğimi ayrıca belirtmeme gerek yok. Dünyanın hemen her yerinde ve her kültürde, insanla kitaplı mekânlar arasındaki bu 'anlam' ve 'ruh' bağını görebiliriz. Aradaki fark, bu bağın fıtratla kurduğu ilişki ve yakınlıktadır. Kanaatim odur ki kitap mekânlarının insan tabiatında, ruhunda oluşturduğu bağımlılık, bu yakınlık ve ilişki temeli üzerinde kendisini var ediyor.


Bu nedenle olsa gerek, gerçek hayatta bir anlamda, kitap kokusu ve tozuyla körleşme kabul edilen bu bağımlılık durumu en çok da edebiyata ve sanata yansıyor. Kütüphânecilik tecrübem sırasında sayısız örneğine bizzat tanıklık ettiğim bu durumun, edebiyata yansıyandan çok daha çarpıcı ve etkili olduğunu söylemem gerekir. Kitap mekânlarının etkileyiciliği, edebiyatınkini ve sanatınkini kat kat aşıyor. On dokuz, yirmi yaşlarında bir kütüphânenin kapısından memur olarak giren nice kadın ve erkek, hiç evlenmeden yaşadıkları bu mekânlara, bir işyeri gözüyle bakmamış ve evlerinden daha çok buralara bağlanmışlardır. Bu insanlar için tayin, nakil, hatta emeklilik gibi bir durum, dünyalarının yıkılması anlamına geliyordu. Ruhlarını, canlarını bırakıp gitmek, demekti. Böyle bir durumla karşılaştıklarında, dengelerini yitiren, ağlayan, sızlayan, hayatla bağlarının koptuğu ve artık 'dışarıda' yaşayamayacakları duygusuna kapılan sayısız kütüphaneci örneği vardır. Buradaki 'kütüphâneci' sözü, kuşkusuz bir 'memur'dan çok daha fazla bir anlam ifade ediyor. Kanlı canlı binlerce kitaptan, yazardan, okurdan uzakta nasıl yaşanacağı, bu insanlar için tam anlamıyla bilinmezliktir. Saygıyla anılacak ve kitaba, kütüphâneye adanmış hayatların öznesi ve yaşayan birer örnek olan çok sayıda arkadaşlarımın adlarını burada anmıyorum. Onları düşününce, yavrusuyla bir anne arasındaki bağın derinliği geliyor aklıma ve daha sonra evlerinde nasıl yaşadıklarıysa büsbütün hüzünden ibaret ve gırtlağa oturan bir duygudur.


1882'de Bayazıt Devlet Kütüphânesi'nin kuruluşundan itibaren 1942'ye kadar burada altmış yıl Hafız-ı Kütüp'lük yapan ('kütüphane müdürlüğü' değil) İsmail Saip Sencer'in muhteşem ve hüzünlü hayatı, konumuz için başlıbaşına bir örnektir. Bütün dünyada sayısız araştırmacıya eşsiz ve engin kitap bilgisiyle kaynaklık, danışmanlık eden, başından, ortasından veya sonundan eksik olan sayısız kitabı bir Hafız-ı Kütüp olarak ezberinden tamamlayan, birçok bilim alanında icazeti bulunan, Cumhuriyet devrimleri süresince hiçbir zaman kütüphaneden dışarı çıkmayan ve zorunlu emekliliğinden sonra da ölümüne dek, doğma büyüme Koca Mustafa Paşalı olduğu hâlde, Bayazıt'tan beş yüz metre ilerideki Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi'nde ikamet eden, kitapla, kütüphâneyle bütünleşen bir insanın örnek hayatı…


Hafızalardan silinmeyen bir başka örnek hayat da 40.000'den fazla kitabı Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu'nda kayda geçirirken, elinde cetvelle sabahtan akşama kadar sahaflarda dolaşan, kitapların enini, boyunu, sırt kalınlığını ölçen Seyfettin Özege'nin kitap ve kütüphâneyle bağıdır, bağımlılığıdır…


KİTAPLA MEKANA YOLCULUK

Bu ve benzer insanlar birer roman, öykü, masal, destan kahramanı değildir. Kitap mekânlarının kahramanlarıdır. Bu insanların ruh verdiği bir de roman ve öykü kahramanları vardır edebiyatta. Kitap mekânlarının oluşturduğu bağımlılıkla malûl bir hayat süren kahramanlardır bunlar. Bu karaterler, bazen ironik, bazen eleştirel, bazen de acemice ama imrenilesi bir hayat sürerler yalnızca kitaptan ibaret dünyalarında. Hayatı ve yaşamayı 'bilen' insanların arasında, sanki hepsi birer tutunamayan'dır. Sadece kitapların o büyülü kokusuna, küfüne, yalnızca kendileri için var olan dünyasına tutunurlar.


Elias Canetti'nin Körleşme romanının kahramanı Prof. Kien, hayat karşısında, kitap mekânlarının bağımlılığıyla körleşen, bilinç kamaşması yaşayan, belki de hiç yaşayamayan bir insandır: 'Dünyası kafasının içindedir ama kafasının bir dünyası yoktur.' Kitaplarla ilgili çok şey bilir fakat insanlarla, hayatla ilgili az şey bilir… Canetti, ironi yüklü bir kurgu oluşturuyor kuşkusuz ama bu insanların dünyasının o kadar da gayri insanî olduğunu söylemek, insaniyetimize olduğu kadar acımasızlaşan bu dünyaya da haksızlık olur. Hayatın acemisi kabul edilen bu insanların, hayatın anlamına, profesyonellerden daha yakın durduğunu söylemek ve görmek, sizce de çok daha doğru değil mi?..


Yine bu profesyonel kapışmanın uzağında, hayatın kıyısında acemice yaşayan ve bir kasaba kütüphanesinde radyoda çalınan fasılların hüznüyle avunan, hatıralarına gömülen, gençliğini bu kitap mekânında geçiren kütüphâneci bayanın hüzünle örülü ve örtülü, bağımlı öyküsünün anlatıldığı, Ramazan Dikmen'in Muhayyer adlı öyküsünü de sayısız örneklerden biri olarak bu bağlamda mutlaka anmak gerekir.


Dijital dünyanın hafif meşrepliliğine aldanıp da kitap mekânlarının sağladığı bu anlam ve ruhtan uzak kalmadan bu bağın kıymetini iyi bilmeli.


#Kitap
9 yıl önce