|

Köklere dönüş serüveni

Bu kitabın içerisindekiler Artvin, Konya, Van, Muğla, Ankara arasında olup bitenlerden ibaret. Yazarın ifadesi ile olaylar değişken olsa da aslında Doğu’yu bilmenin Batı’dan farksızlığından başka bir şey değil…

Yeni Şafak ve
04:00 - 11/02/2016 четверг
Güncelleme: 22:03 - 10/02/2016 среда
Yeni Şafak
İBRAHİM ARPACI


Necdet Subaşı, babasının Artvin'den Konya'ya olan yolculuğunda “Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan” diyerek, eş zamanlı olarak okuyucuyu da Haydarpaşa'daki o trene bindirerek kısmetine iki kapak arası düşen herkesi bu yolculuğa çıkarıyor. Yazar, kitabını sosyolojinin terimlerini edebi üslubun sanatsal terimlerinden uzakta bir yerde kendi sahasının kavramlarıyla harmanlamış. Öyle ki, kitabın kapağını açtığınızda sizi “Gramer” başlıklı mekanik bir kelimenin karşılayacak olmasına aldanmayın. İhtimal ki, yazar, ıstırar dolu yangınlarını ancak mekanik kelimenin sorumsuzluğuyla makul bir zemine oturtma eğilimi içerisine girmiş.


Subaşı'nın bu kitabını okurken onu psikiyatri alanında da mütehassıs olmuş biri olarak düşündüğünüzde ve çevresindeki ikinci, üçüncü on üçüncü kişilerin ruh dünyaları hakkındaki ayağı yere basan tahmin ve tespitleri ikna edici tarzda. Kitap, bir sosyoloğun, edebiyatçının ve ruh bilimcinin de dikkatini çekecek nitelikte. Nitekim bu kitabı hatıralardan bir demet diye alıp okumayı düşünüyorsanız hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Çünkü tespit ve tahlillerin baskın çıktığı bir metodolojik bir düzen var diyebiliriz. Toplumda hepimizin belki de çeşitli yollarla karşılaştığı davranış biçimlerini çok iyi rasathaneden geçirerek beşeri düzleme sürekli bilinç atıflarında bulunuyor; sosyolojinin irdeleyen, tanımlayan düsturunu kendi anlam dünyasına yedirmiş olacak ki, bazen çocukluğunu karşısına alıp konuşturuyor, bazen de o çocuğun yaşanmışlıklarını eşelemek suretiyle onun şahsında bütün bir seksenli yılların tomografisini çekerek okuyucuya sunuyor.



İKNA EDİCİ BİR KURGU


Eğer bu kitabı okurken yaş aralığınız yirmi ile otuzlu yaş aralığında ise sıradan tabi ihtiyaçlarınızın bile karşılanmasının nasıl bir nimet olduğunu kavramanız güç olmayacaktır. Öyle ki, her şeyin hızla tüketildiği ve hazzın her an yenisinin üretilmesi gerekli olduğu bu son çeyrekte okunacak bu kitap, bu yaş grubuna bir kaç gömlek güzel gelecektir. Neden mi? Duygusallığı kararında. Dilin kuytu derinliklerine inmese de kurduğu söz öbekçikleri başarılı bir roman kurgusu kadar ikna edici; tıpkı içine nektari katılmış meyve suları gibi değil de gerçek bir portakal meyveciğinin dimağa sürümü gibi… Öyle ki, isabetli tespitleri şöyle dursun, laf ve gedik birer şahsiyet olsa ben o lafı Subaşı ile müşahhas kılabilirdim. Evet, bu vazifeyi biz okuyucular olarak kendisine verebilirdik.


Kitap elinizde fakat temerrüdünüz kırk ve altmış beşli yaşlar arasındaysa, bu kitabın farklı farklı başlıkları sizi geçmişin iltifatta yarım kalmış mısralarına götürebilir. Hem belki de daha ileri gidip mahdut bir zamana hapsedilmiş yaşanmışlıklarınızı nankör hafızasından kurtarıp, Subaşı'nın yaptığı gibi başınızdaki kemal yaşınızla yeniden bir muhasebeden geçirebilirsiniz. Hem belki de bu vesileyle yarım bıraktıklarınıza bir iç çekimle karara bağlayabilirsiniz! Hepsi bu kitap ile sizin aranızda kuracağınız bağın mümkünleri arasında gerçekleşecek şeyler tabii.





İsmail Kaya, Zeki abi, Ruhi Özcan hoca, Hasan abi, Naci ağabi, Sarı dayı, Doğan Hoca, kim bütün bunlar? Kitabın ilgili yapraklarını okuduğunuzda sizin de gönlünüze düşmemeleri için bir neden yok. Öyle ki, yazar geride bıraktığı arkadaş ortamının özlemini dile getirirken, yazarın karşısına geçip, “Özlem duyduğunuz şey Van'da ki kahvehanedeki o masa, lavaş ekmek otlu peynir değil. İç çektiğiniz şey o masanın etrafında sizi bir araya getiren ortak dertleriniz, daha da bir söyleyemediklerinizdi. Duygularınız mahreminizdi, siz dağıldınız, masa hükmünü yitirdi.” Diyesiniz geliyor.



GÖRMEK VE TANITMAK


Subaşı, kitabının sair yerlerinde “İslami” bir geleneğin, anlayışın, kurumlaşmanın (ne derseniz artık) dişlisi olmamayı kendince haklı sebeplerini inşa ederek yer yer dile getiriyor. Anlaşılan o ki, şahsı ile ilgili bir atıf zinciri oluşacaksa, o, bu zincirin kayıtsız şartsız bir egemenlik propagandası gibi aidiyetsiz bir Allah'a itaat düsturuyla başlaması gerektiğini okuyucuya fısıldıyor.


Dili iyi kullanıyor, betimleri kıskandıracak kadar yerinde. Hele seksenlerin darbesinin olduğu sabah Cuma namazı için “elit” arkadaşını o gün sabah evinden çağırma ânı; belki de yazarın çocuk başıyla şuur patlaması yaptığı yerdi. Yine enteresandır ki, üniversite yıllarında Ümit Meriç'i Erzurum da gezdirirlerken şu ifadelere yer veriyor: “Havuzbaşı'ndan Taş Mağazalarına kadar etrafında fıldır fıldır dönerek hocaya Erzurum'u tanıtıyorduk. Oysa şimdi yazarken fark ettim. Tanıttığımızı düşündüğümüz pek çok şeyi onunla birlikte görüyorduk. O soruyor biz saçmalıyorduk.”



Kendisi ile olan muhasebe gücü kuvvetli. Yaşadığı şehirde yalnızlık hissini iyiden iyiye omuzlarında hissetmeye başlayınca, babasının kendisine tembihlediği, “Oğlum deden yıllarca çobanlık yaptı. Ben çoban Ali'nin çocuğuyum. Her zaman köklerine dönme iradesine sahip ol” anektodunu bizlerle paylaşıyor.



Necdet Subaşı, kitap boyunca kendisindeki bir iç sese kulak verme, kendi hayal dünyasını gerçeğin mazgallarına yedirme gayreti içerisinde. Bu yüzden birbirinin muadili şu kelimeleri sıkça kullanıyor. Değer sahtelik, samimiyet ve dostluk… Zihin hafızasını ne var ne yok salık verirken cemaat ve tarikatlara olan soğukluğu kurduğu cümlelerden aşikâr. Tüm bunları fırsat bulduğu yerde dile getiriyor. Hatta bir yerde sektör olarak gördüğü için şu ifadelere yer veriyor: “Pazar kuruluyor.”


Son tahlilde kitaptan anlaşılacağı üzere Necdet Subaşı'nın içerisinden geçtiği ve geride bıraktığı dönem kendi ifadesi ile “faili müstetirden faili meçhullere doğru evirilen bir dönemdi.” Ama şimdi ise tüm bu dolu dolu hayat hikâyesini o tüm özel anları ve o dolu yaşanmışlıklarını kendisini yeni zamanların ruhsuz akışına teslim olmasını hayıflanacak bir tutum olarak görecek kadar da eleştiriye açık; bahusus son bileti kendisine kesen kondüktör gibi bu savrukluğunu affetmeyeceğini beyan ediyor.



ACININ VE MUTLULUĞUN AFİLİSİ


Hem yaşadıkları hem de yazı diline bakılırsa dramatik bir yazar, mutluluğu da acıyı da betimlerken en afilisi olsun istiyor. Bu yüzden o içerisindeki duygu yoğunluğunu ortaya koyarken edebiyatın hakkını vermekten geri durmuyor. Kitap boyunca tanımaya çalıştığımız yazar bizi yanıltmıyor ve son anı başlığını “Pes Perde” diye giriyor. “Pes Perde” yazarın ilkokul çağlarında iken hayatını kaybeden Ebuzer Ensar adlı çocuğunun hastalığından, dünyasını değiştirmesine kadar devam eden bölümü kapsıyor. Siz bu metine ulaştığınızda anlıyorsunuz ki, yazarın hayatındaki bu acı, önceki sayfalarda anlattığı her şeyi siğaya çekecek kadar büyük.


Binihaye; yazar, Haydarpaşa'dan başlattığı bu yolculuğu kendi siyerini terk edercesine Ebuzer Ensar'ı kitabın haklı kahramanı yapıyor.





• • •


Yaz Dediler


Necdet Subaşı


Otto Yayınları


2015


188 sayfa




#Necdet Subaşı
#İsmail Kaya
#Zeki abi
#Ruhi Özcan hoca
#Hasan abi
#Naci ağabi
#Sarı dayı
#Doğan Hoca
#Ebuzer Ensar
8 лет назад