|

Nobel’e roman yetiştirmek

Nâmıdiğer Bâbıâli, yarım asırdır basın ve yayıncılığın merkezi durumundaydı. Niye otellere teslim oldu, turistik bir ada haline getirildi, bunu ayrı bir konu olarak kenara not edip yayıncılığın renkli veçhelerinden biri olan yazar-yayınevi ilişkilerine dair sözlerimize devam edelim.

Yeni Şafak
15:26 - 17/09/2016 Cumartesi
Güncelleme: 12:28 - 17/09/2016 Cumartesi
Yeni Şafak
İSMAİL DEMİRCİ


Alayköşkü caddesindeki yayınevimizde yine günlerden bir gündü. Yeni kitap dosyalarıydı, dağıtımdı, vesair işlerle meşgul oluyorduk. Kapının zili çaldı, kapı açıldı, gelen misafir içeriye buyur edildi. Arkadaşlar yeni bir yazar adayı olduğunu öğrendikleri misafiri benim odama getirip bıraktılar. Şimdi burada şöyle bir pencere açıp yayıncılığın bir başka özelliğini de gösterip kapatalım: Yayınlayacağınız kitapları bazen siz belirleyip yazarlarla temasa geçerseniz, bazen de hiç tanımadığınız biri kapınızı çalıp yazdığı dosyayı getirir. Koltuğunun altında kitap dosyasıyla gelenler çoğu zaman hiç tanınmamış, hiçbir edebiyat ve kültür zemininde adına rastlamadığınız insanlar olabilir. Belli bir konuya kafasını takmış, o konuda belki birkaç kitap okuyup, belki de hiçbir şey okumadan büyük bir özgüvenle düşüncelerini, duygularını kaleme almış insanlarımız vardır. İşte o gün gelen misafirimiz de bunlardan biriydi. Kapıda ilk belirdiğindeki fotoğrafı halen zihnimde duruyor. Kılık kıyafeti, düşük bir gelir grubundan olduğunu hemen belli ediyordu. Saçı sakalı karışıktı. İlk bakışta içine kapanık biri izlenimi veriyordu. Koltuğunun altında, yıprandığı uzaktan belli olan birkaç harita-metod defteri vardı.



BENİM HAYATIM ROMAN


Buyur ettim, selamlaştık, oturdu. “Ben bir roman yazdım” dedi. Tabi ben de, ilk kez karşılaştığım ve daha önce hiç tanınmadığım belli olan kimselere yaptığım gibi, kim olduğunu, ne iş yaptığını, nerden geldiğini, niçin bizim yayınevini seçtiğini falan sordum.


Burda bir pencere daha açayım: Evet, belki dışardan bakıldığında hoş bir şey değil ama yayıncılar, editörler arasında, böyle yayınlanması pek mümkün olmayan amatör yazar adayları, birbirlerine gönderilip dururlar. Fakat bu sadece yayıncının, editörün eğlenmek için yaptığı bir iş değildir. İpe sapa gelmez dosyalarıyla yayınevi yayınevi gezen yazar adayları size gelir, kırmamak adına bazen birkaç saatinizi, bazen bir iki gününüzü dosyayı incelemek için ayırırsınız. Bakarsınız ki yayınlanacak bir dosya değil, bunu yazar adayına ilettiğinizde mutlaka size “Hangi yayınevine gitmemi tavsiye edersiniz” diye sorar. İşte o anda yayıncının haleti ruhiyesine göre yapacağı iki şey vardır: Ya gerçekten samimi bir şekilde “Şu şu yayınevlerine sorabilirsin” der, ya da gözlerinde bir hinlik belirir ve gıcık olduğu bir yayıncıya/editöre sırf onu meşgul edip sinirlendirsin diye veya sevdiği bir yayıncı dostuna/editöre latife olsun diye gönderir.



İşte ben de dosya sahibi yazar adayımızı kimin öğrendiğini gönderince içimden gülümsedim. Sonra yazar adayımızın nereli olduğunu sordum, “Elazığlıyım” dedi. Fakat dikkatimi çeken başka bir şey vardı. Oturduktan sonra 10 dakikadan fazla bir süre geçtiği halde dosya sahibi henüz elindeki defterleri masama bırakmış değildi. Bir yandan da sohbeti açmaya çalışıyordum. Kendisini roman yazmaya sevkeden sebebi sordum. Hayatından ve çevresindeki hayatlardan hareketle “benim hayatım roman” diye düşünerek o da içindeki şeyleri kağıda dökmek istemişti. Artık vaktinin geldiğini düşünerek “Dosyanıza bir göz atabilir miyim?” dedim. Kucağındaki defterleri masama koyarken “Fakat bir şartım var” dedi. Ben o anda merakla o yıpranmış defterlere dokunmak, sayfalarını açmak, neler yazdığına bakmak istiyordum ki, şartını pek önemsememiş göründüm.


Önüme gelmişken hemen o defteri açtım. Bir hayli yıpranmış, kirlenmiş sayfalar arasında, okunması çok zor olan kötü bir el yazısıyla yazılmış satırlara göz gezdirmeye başladım. Ne anlattığını anlamaya çalışıyordum. Ben sayfalara bakınırken birkaç dakika falan ya geçmişti ya geçmemişti, yazar adayı sessizliği tekrar bozdu, “Hemen yayınlanması şartıyla romanımı size bırakabilirim” dedi.


“Hemen yayınlanacağını size şu anda nasıl söyleyebilirim? Bu dosya önce okunacak, sonra yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verilecek. Bu zaten birkaç hafta, belki bir ay sürer. Elimde başka dosyalar da var, hemen karar veremem” dedim. –Aslında o birkaç dakikada okuyabildiğim cümlelerden, yayına değer bir metin olmadığına karar vermiştim de, yine de hikaye çok orijinal mi diye birkaç saat bakmak gerekiyordu.



DOSYANIN ACEMİLİĞİ


Karşımdaki yüz bir anda bulutlandı. O düşünürken ben sözlerime devam ettim ki, bir ay sonra yayınlanacak diye de ümitlenmesin: “Zaten yayınlama kararı bile versem, önümdeki üç ayın yayın programı belli. Ancak ondan sonrası için hangi ayda yayınlanacağına bakabilirim.” dedim.“Öyleyse olmaz!” dedi ciddi bir yüz ifadesiyle. Bir yandan elimdeki dosyanın acemiliğini düşünürken, karşımdaki son derece ciddi ifadeler karşısında meraklandım: “Hangi yayınevine gitseniz benzer şeyleri söylerler, niye bu kadar acele ediyorsunuz?” diye sormadan edemedim.


“Bu yılki Nobel'e romanımı yetiştirmem lazım. Onun için hemen yayınlanmasını istiyorum.” İlk anda beynim kahkaha atmak için bütün hormonları salgılamasına rağmen, dudaklarımda hafif bir gülümseme beliren birkaç saniyede bunu bastırdım. Sonraki birkaç saniyede yüreğimde bir sıcaklık hissettim. “Bu mümkün değil. O halde dosyanızı size iade edeyim” diyerek defteri kapattım ve kendisine uzattım. Fakat o an zihnimde oluşan kaos, beni ne diyeceğimi bilemez hale getirmişti. Ve daha önce defalarca yaşadığım sahne tekrarlandı.


“Peki hangi yayınevine gitmemi tavsiye edersiniz?”

Hiçbir yere göndermek içimden gelmedi. Ne gıcık olduğum birine göndermek, ne de onu bir başka yayıncının eğlence malzemesi yapmak geçti içimden. “Bilmiyorum” diyebildim. “Hangi yayınevlerini uygun görürseniz kendiniz bulun.” Onu uğurlarken, belki de herhangi bir yayınevine yönlendimediğim için kabalık yaptığımı düşünüyordu.




#Bâbıâli
#Nobel
#Edebiyat
8 yıl önce