|

Türk aydını: Temsiliyet mi, teslimiyet mi?

Yeni Şafak
04:00 - 17/08/2015 Pazartesi
Güncelleme: 00:05 - 17/08/2015 Pazartesi
Diğer
Gündem
Gündem
Umut Erdoğan


Meşrutiyet ve Anayasa'nın İlanı'yla birlikte Osmanlı/Türk aydınları tarih sahnesinde daha aktif rol almaya başlamıştır; ama aydınların muhatabı olan; gazetelerle, edebî eserlerle, tiyatrolarla ulaşmaya çalıştıkları halk epeyce uzun bir süre sonra siyasî hayatta yer alabilmiştir. Halkın olmadığı bir ortamda elit geleneğiyle kuşanmış, fakat halkın sahip olduğu değerleri de içselleştirerek heybesine doldurmuş bir aydın zümresi ortaya çıktı. Bu aydınlar savundukları fikirler, kuramlar açısından –mangalda kül bırakmayacak kadar- halkçı, demokrat; yaşam tarzları, eda ve tavırları bakımından elitist olan bir zümrenin mensupları olarak büyük bir paradoks yaşamaktadırlar: Fikir vadisinde köylülerle kol kola gezen, fabrika işçileriyle ter döken, sokak çocuklarıyla hemhâl olanların; gerçek hayatta yalılarında, köşklerinde ellerinde kadehlerle roman yazmaları söylem ile eylem arasındaki büyük uçurumun göstergesidir. Kibri halkına ve ülkesine, aydınlığı elitlere dönük, toplumsal değerlere karşı mütecaviz, çözüm üretmeyi değil, sorun büyütmeyi başaran, kişisel egoları ve ihtiraslarıyla yaşayan aydınların fikirlerinin halk nezdinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü yıllardır küçümsediği halkı “aydınlatmaktan” kendi karanlık dünyalarını sorgulayamamış, Beyaz Türkler diye de tabir edilen elitlerin sözcüsü olmaktan öteye geçememiş olan birtakım aydınlar, bugün de topluma yeni ufuklar açmak, fikir üretimlerinde bulunmak yerine; statükocu geleneğin postmodern hizmetkârları olarak yaşamaya devam etmektedirler.


ELİTLERİN ÖZERK KONUMU

Halkı yok sayarak, elitlerin geleneğine eklemlenerek iş görenler, havas ve avam ayrımını her fırsatta vurgulamaya devam ediyor. Kulüplerde burjuva, eylemlerde sosyalist, gelenekte jakoben, AVM'lerde kapitalist, cumhuru tanımadan Cumhuriyetçi oluveriyorlar. Türkiye'de siyasî, iktisadî, sosyo-kültürel sorunların çözüm merkezinde “halkı” muhatap almayan, halkla devlet arasına kalın duvarlar çekerek, nefret zehri saçan elitlerin özerk konumu her geçen gün biraz daha sarsılıyor. Kendi toplumsal değerlerinden, kültüründen uzaklaşarak, topluma yabancılaşarak, tarihle arasına hendek kazarak, toplumun mukaddesatına ve İslamî değerlerine mesafe koyarak, “elitler kanunun” birinci maddesi uyarınca taklitçiliği ve statükoculuğu benimsemek aydın olmak anlamına gelmez. Toplum yaşamında varoluşunu ilan ettiği günden beri Türk toplumunun en önemli sorunlarından biri bu “elitçi aydınlar” sorunu olmuştur. Her gün gazetedeki köşelerinden milletimize hakaretler yağdıran, toplumun millî değer sistemleri ile uyum sorunu yaşayan bir aydın tipiyle bugün de karşı karşıyayız. Oysa, bir Fransız aydını Fransız toplumunun aydını olarak Fransız kimliğini taşıyor, hiçbir Fransız'ı toplumun dışına itmiyor, bilakis onu kendi değeri olarak kucaklıyor. Ancak, bugün Türk aydınıyım diyen bir kişinin gerek şahsiyet, hakikat, cesaret anlamında gerekse fikir, tecrübe, bilgi anlamında “Türk” ve “aydın” kimliği taşıdığını düşünebilir miyiz?


HAKİKATİN ÜSTÜNÜ ÖRTÜYORLAR

Bugün aydın olduğunu iddia eden kaç kişi milletimizin değerlerini, düşüncelerini, duygularını, vicdanını, hikmetini hakkıyla temsil edebiliyor? Yoksa şöyle mi demeliyiz, elitçi aydın yaşamında bir paradoks var: Onlar, çağının ve toplumunun sorunlarıyla değil de, elitlerinin sorunlarıyla hemhâl olur. Ancak unutmamak gerekir ki, her elit kendi aydınlarının diliyle topluma seslenir, sorunlarla hemhâl olanların değil. Çünkü çağının ve toplumunun sorunlarıyla hemhâl olanlar, “Beyaz Türklerin barışçı, özgürlükçü ve yenilikçi dünyasında” hesaba katılmazlar. O halde, halkı tanımayan, topluma sırt çevirmiş bir aydının, “Halkım adına şu şekilde düşünüyorum” diyerek söze başlamaya hakkı yok. Ancak maalesef uzun bir dönemdir neslimizin düşüncelerine ipotek koymaya, istikbal ruhumuza ihanet etmeye devam eden bir güruh var. Bunlar, hakikatin üzerine karanlık perdeler çekerek, ortalıkta aydınlanma naraları atmaya başlar. Hakikat, uzaklarda bir yerlerde kök salar, yalanlar ise gönül, zihin ve vicdanlarda çağlar. İhanete uğramış hakikatin yeniden gün yüzüne çıkması, ancak kendi değerlerimizin bin yıllık sesi olan yerli aydınlarımızı, mütefekkirlerimizi, münevverlerimizi yetiştirmekle mümkündür. Aksi takdirde, görünen o ki; ruhsuz, köksüz, akıl tutulması yaşayan, halkından, dilinden, dininden, kültüründen nefret eden sözde aydınlarla milletimizin ve insanlığın “aydınlanması” garabete uğrayacaktır.


YOL AYRIMINDAKİ TÜRK AYDINI

Bugün Türk aydını bir yol ayrımında; ya milleti ve onun değerlerini temsiliyet görevini icra edip, yine bu milletin aydınlanmasına katkı sağlayacak, ya da Batı'nın/ Beyaz Türklerin/ elitlerin yönetici, statükocu düzenine teslim olacak. Türkiye'de kendi düzenlerini kurmaya çalışan birtakım aydınlar mütemadiyen Batı'nın hegemonyası altında ezilmektedir. Kompleks ve dış dinamiklere bağlılık, onun düşüncelerinde Batı'yı ulaşılmaz bir ütopya haline dönüştürmektedir. “Bilmek” eylemi bizim için büyük öneme sahiptir. Ancak günümüz aydını bu eylemi neye göre, nasıl değerlendiriyor? Asırlar önce Yunus Emre söylemiş: “İlim ilim bilmektir/ İlim kendini bilmektir/ Sen kendini bilmezsen/ Bu nice okumaktır”. Türk aydını önce kendini yani özünü bilmelidir. Günümüzdeki aydınlar derin bir uyarcılık (konformizm) hastalığına tutuldu. Fildişi kulelerine çıkıp topluma tepeden bakmak yerine toplumun hem gönlünde hem de vicdanına dolacaklarına, içinde yaşadığı topluma seslenmeyi reddedip millî ve İslamî değerlere yabancılaşmayı göze alıyor. Böyle bir durumda “aydın” kelimesi sadece söylemde kalan bir kavram olabiliyor. Tüm aydınlar için genel bir kaide var: aydın sadece bilgiyi bilmeyecek, aynı zamanda içinde bulunduğu topluma aktaracak. Bunun için aydını anlamlandıran kendisi değil, toplumdur. Oğuz Atay'ın “Tutunamayanlar” adlı eseri aynı zamanda aydın sorunun tartışıldığı bir romandır. Eserde Selim, Turgut'a hitaben “Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı” der. Bu ifade bize açık ve net bir şekilde günümüz Türk aydının hakkıyla temsil edemediği bir değerimizi gösteriyor: Türkçe. Türk aydını Türkçeyi en güzel şekilde kullanmak ve korumak mecburiyetindedir. Çünkü o, dili sadece millî değerler ve sorunlar bağlamında değil, aydın vazifesini kapsayacak biçimde konumlandırmayı ön görür. Türk aydınının çözüm mekanizmasının bozulmasında yanlış Batılılaşma algısı, Batılı ölçütlerin esas alınması, aşağılık kompleksi içinde olunması etkili olmaktadır. Hâlbuki aydınlarımız Batı'ya karşı aşağılık kompleksi taşımak, Olimpos hayranı olmak yerine; Batı'yla hesaplaşmayı denese, Batı'nın gerçek yüzünü tanısa ve tanımlasa büyük bir mesafe alabilir. Bugün bir aydın kendini her alanda uzman oldum sanabilir: gazeteci, yazar, hukukçu, aktivist, edebiyatçı, şair… Ancak aydın sadece aydın olmanın hakkını verse bu ona yetecektir. Aydın, üçüncü bir gözle kendine bakabilecek, başkaları yerine kendini de aydınlatabilecek, “ben kimim?” sorusunu sorabilme cesaretini gösterebilecek özne olmalıdır. Güneşi gördüğü halde, kendi evinin perdelerini açmadan başka evin perdeleri kapalı diye eleştiren aydın, nasıl bu soruyu sorabilir?


BÜYÜK MEDENİYETİ, BÜYÜK HAYALLER

Önümüzde bir medeniyet yolculuğu var. Yolumuzu açacak, bizi özümüze döndürecek, hikmeti, hakikati, ilmi, fikri ve sanatıyla yeni dünyaların kâşifi olacak, yeni ufuklara öncülük edecek bir aydın profiline ihtiyacımız var. Bizim aydınımız hakikati de hayatı da, Hakk'ı da halkı da bilmeli, akl-ı selim ve hiss-i selim mütefekkir şahsiyetler olmalıdır. Bunun için çağları aşacak, cehalet ateşini ilim ve irfan nefesiyle söndürecek. Aydınımız, birtakım statükocu zümreleri takdis etmeyecek, insanlığın vicdanı ve kalbi olacak. Medeniyetimizin yabancısı, Batı uygarlığıyla körleşmiş, ihmal ve ithal ekseninde dolaşan entelektüeller ise günübirlikçi ve kolaycı yaşar. Ve yarınla konuşamaz. Onlar bizim medeniyetimizi yok saydıkları gibi, hayallerimizi de bir Batı rüzgârıyla alıp götürürler. Altını çizerek ifade ediyorum; büyük medeniyeti unutmak, büyük hayalleri uyutmaktır. Millet de, tarih de ancak medeniyetle ruh kazanabilir. Ruhsuzluk ise meşum bir çözülüşün ve teslimiyetin ifadesidir. Ruhsuzluk peşinde koşan zavallılar, ne milleti ne de tarihi tanır. O yüzden tefekkür edemezler, dünyalarını iki üç kelimeyle sınırlarlar. Dünyaya destan olmuş büyük medeniyetin evlatlarıyken, genç kuşakları pembe masallarla avutmaya çalışırlar. Kuşaklar düş avlar, onlar kuşakları…


#Beyaz Türkler
#Meşrutiyet
#Anayasa
9 yıl önce