|

Zar atmak

Recep Kayalı, gündelik hayatın olağan akışından olağanüstü öyküler kurgular; kâh hüzünlendirir, kâh meraklandırır, en çok da tebessüm ettirir ve okuru büyülü bir atmosferin içine çeker. Öykülerine kattığı masalsı unsurlar, öykülerini gizemli ve derinlikli kılar. Tıpkı, Gül Masalı’nda göğsünde gül fidanı olan ve hep gül kokan Mustafa Amca’da olduğu gibi.

04:00 - 15/06/2019 Cumartesi
Güncelleme: 12:17 - 14/06/2019 Cuma
Yeni Şafak
Arşiv
Arşiv
ARİF AY

Edebiyatımız son yıllarda öykü türünde en verimli, en görkemli dönemini yaşıyor diyebiliriz. Şiirdeki duraklamaya karşın, öyküdeki bu yükseliş elbette sevindirici bir gelişmedir. Hemen şu bir ay içinde Edebiyat Ortamı Öykü Yıllığı 2019 için otuza yakın öykü kitabı okudum. Bunların çoğu ilk kitaplar. Üstelik hepsi de birbirinden güzel öyküler içeriyor. Her biri, yazarının, kurgu tekniği, anlatım dili ve ayrıntı yakalamadaki dikkati yönüyle, öykücülüğümüzün geleceğine dair büyük umutlar taşıyan kitaplar.

Bu kitaplardan biri de Recep Kayalı’nın geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Taşın Dediği”dir. Bu kitap, Recep Kayalı’nın ilk kitabı.

Recep Kayalı 1992 İstanbul doğumlu genç bir yazar. Sakarya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun.

Kayalı’nın öyküleriyle Edebiyat Ortamı dergisinde tanıştım. Okuduğum bu öyküler içinde beni en çok cezbeden “Solucan Koşusu” adlı öyküsüdür. Bu öykü ile birlikte kitapta yer alan öteki öykülere geçmeden önce, “Solucan Koşusu” üzerinde kısaca durmak istiyorum. Öykü şu cümlelerle başlar: “Çukurdaki solucanı seyrediyordum. Rengi pembeye çalıyor. Yavaşlığına hayran bırakıyor adamı; ama bizimkiler çok hızlı. Önce kazmayı vurdular. Sonra kürekle çıkardılar toprağı. Ortada kaldı solucan. Üşümüş gibi içine çekmeye çalıştı kendisini. Sanki uyurken üzerinden yorganı kaymış bir çocuk gibi, başıyla minik vücudunun bitimini birleştirmeye çalıştı. Buradan bakınca toprağa düşmüş bir kıyma parçasına benziyor.” İlk başta, bu çukurun, az sonra “Selim Abi”nin konacağı mezar olduğu kimin aklına gelir. Hem de toprakla birlikte kürekle dışarı atılan solucanın yerine...

Solucan Koşusu’nda, nihayetinde bir cenazenin defin olayı anlatılıyor. Fakat, defin olayı öykünün bir yerinde kesiliyor, cenazeye katılan Nevzat Abi’ye, ondan intihar eden oğlu Tayfun’a, Tayfun’dan Selim’in çocukluk aşkı Kaymak Teyze’ye reçel kavanozu içinde mezar toprağı götürmeye, bir yığın olay giriyor araya. Yazar, bu olayları iç içe anlatırken asıl olaydan koptuğunu farkeder ve pekçok öyküsünde olduğu gibi “Nerde kalmıştık? Heh tamam.” diyerek anlatmayı sürdürür. Bu unutmaların ve hatırlamaların okurda bir süre sonra, yazarın yine bir numarası, bir artistliği şeklinde bir izlenime yol açma ihtimali gözden ırak tutulmamalıdır.

ÖYKÜLER YAZARIN AĞZINDAN ANLATILIYOR

Recep Kayalı, yerine göre mizahı, ironiyi ve argoyu sıkça kullanan bir yazar. Gerçi, kimi öykülerinde argoya abartılı yer vermesinin, okura itici geleceğini söylemekte yarar var diye düşünüyorum. Öykünün başlarında doğal, samimi, canlı bir anlatıma tekabül eden dil kullanımı, öykü ilerledikçe, tıpkı argo kullanımında olduğu gibi savrukluğa yol açıyor. Bu da öykünün dokusunu zayıflatıyor.

Bir başka husus, öyküler yazarın ağzından anlatılıyor. Yazar, bir bakıma öykünün baş kişisi konumunda. Böyle olunca, bu yöntem bir süre sonra, sıkıcı bir hâli ortaya çıkarıyor ve okur, karşısında sürekli konuşan, anlatan ama kendisine nefes aldıracak bir boşluk bırakmayan öykü kişisinden (yazar) sıkılmaya başlıyor.

Bu nakısalara karşın, Recep Kayalı, gündelik hayatın olağan akışından olağanüstü öyküler kurgular; kâh hüzünlendirir, kâh meraklandırır, en çok da tebessüm ettirir ve okuru büyülü bir atmosferin içine çeker. Öykülerine kattığı masalsı unsurlar, öykülerini gizemli ve derinlikli kılar. Tıpkı, Gül Masalı’nda göğsünde gül fidanı olan ve hep gül kokan Mustafa Amca’da olduğu gibi. Yine Salgın’daki yılan görme olayı, Gelmeyen Trenler İçin Gece Koşuları’ndaki cin olayında olduğu gibi...


ÇİFT BÂDELİ ÂŞIK DESTANI

Kitabın ilk öyküsü “Ulu-ma” ücra bir kasabanın sert geçen kışını “uluma” sözcüğü bütün çıplaklığıyla anlatmaya yetiyor. Gerçekten de bazı köy ve kasabalarda kışın bu uluma, kimi zaman bir rüzgâr uğultusu, kimi zaman da tabiatın ve içindeki tüm canlıların ortak bir sesi, inleyişi olarak duyulur.

Çift Bâdeli Âşık Destanı, Taşın Dediği öykülerinde yazar, halk hikâyelerinden ve halk söylencelerinden yararlanır. Onları günümüzle buluşturarak güncelleme yollarına başvurur. Ne ki, bu halk hikâyeleri ve söylenceler (taş olma) kendi orjinal anlatımlarıyla halkın belleğinde yer etmiştir binlerce yıl. O özgün anlatımlarıyla, insanlar bu hikâyeleri sevmişler ve dilden dile aktararak yaşatmışlardır. Bunları güncelleştirirken o büyülü dilin ve anlatımın korunması gerekiyor. Yoksa kupkuru metinler çıkıyor ortaya. Genç yazarların bu alandan yararlanırken dikkatli olmalarında yarar var. Aslında her çağın masalı ve efsanesi vardır mutlaka. Bunların yazılmasının, eski çağların masallarını ya da efsanelerini yeniden üretmekten daha verimli olacağını düşünüyorum.

Kitaba adını veren “Taşın Dediği”, “Tanrı’nın gazabıyla” “taş olma” efsanesini hatırlatıyor. Anadolu’nun pekçok yöresinde “taş kesilme” olayına dair “taşlar” vardır. Recep Kayalı, öyküsünde bu efsaneyi güncelleştiriyor bir bakıma. Taş Ana köyünde taşlaşma Tanrı’nın gazabından değil, kadınların dokunma gazabından kaynaklanıyor.

Kısacası toplum içinde kaybolmuş, kenara düşmüş, farkına varılmayan insanların dünyasından derlenen öykülerden oluşan “Taşın Dediği”, edebiyatımıza bilinmeyen bir gezegenden bilinen dünyalar yansıtan bir göktaşı misali düştü.

Bir deyim vardır dilimizde: Zar atmak. “Henüz başarısını kanıtlamamış biri için önceden olumlu düşünce belirtmek” anlamına gelir. Ben de zarımı Recep Kayalı için atıyorum.

#arif ay
5 yıl önce