Bugün Yeni Şafak gazetesinin kuruluşunun bugün 23. Yıldönümü. 23 Ocak 1995 yılında yayın hayatına başlayan Yeni Şafak Gazetesine emeği geçen isimlerden birisi de Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı. Kurulduktan üç ay sonra genel yayın yönetmeni koltuğuna oturan Avcı ile hem Yeni Şafak gazetesinin ilk yıllarını konuştuk, hem de üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren pek çok medya kuruluşunda köşe yazarlığı, yöneticilik, danışmanlık yaptığı günleri konuştuk.
Yeni Şafak gazetesine rahmetli Ahmet Şişman'ın önerisiyle yayın yönetmeni oldum. O zaman Yeni Şafak gazetesinin sahipleri Ahmet Şişman ile Ahmet ve Mahmut Kış kardeşlerdi. Ahmet Şişman'la daha önceden ahbaplığımız vardı ama diğer iki kardeşi tanımıyordum. Ahmet Şişman gazeteye çeki düzen vermem için iş teklif etti.
Ben de kabul ettim. Hatta bana kimlerle çalışmak istiyorsunuz diye sordular. Ben de prensip olarak gittiğim hiçbir yere monte ekip götürmediğimi, mevcut ekiple çalışabileceğimi söyledim. Yönetici kadrosuna değil de editoryel anlamda destek olacak bir iki isim aldım sadece.
Evet yeni yazarlar kattım. Çok güzel bir gazete oldu ama çok fazla sürdüremedik.
Mizanpajını epey değiştirmiştik çünkü. Dolayısıyla bana göre- tabii daha önce yapanlara haksızlık etmek istemem ama- daha derli toplu, daha güzel bir gazete oldu. Bu farklılığı gören bir kısım okuyucu da 'yeni ekip mi geldi yoksa sermaye mi değişti' gibi düşünülmeye başlamış doğal olarak. Bunun üzerine ben de o yazıyı kaleme almışım demek ki. Etkili bir gazete olmuştu ama tirajda sıkıntı yaşıyorduk.
Gazetenin tirajı o zaman ne kadardı hatırlıyor musunuz? 20-25 bin gibiydi tirajı. Bu tirajla ilgili bir hikayemi anlatayım size: Ben o dönemde devamlı gazetenin tirajını artırmak iki katına çıkarmak için patronları ikna etmeye çalışıyorum. Elli bin tirajı yakalamak için benim patronlara önerim şu: Bir ay boyu gazeteyi 100 bin basalım ve tüm Türkiye'ye dağıtalım. Böylece gazetenin satıldığı bayileri ve satılmadığı kör noktaları tespit edelim ve yeniden ona göre yeni bir dağıtım planlaması yapalım. Ama bir türlü ikna edemiyorum.
Onlar da istiyorlar ama Ahmet Şişman diyor ki 'gazetenin tirajını 50 bin yapalım fakat dağıtıma da 50 bin gazete sokalım.' Bu rakamla 50 binlik bir tirajı yakalamak oysa mümkün değil. Bu zaten ayrılmamdan önceki son konuşmamızdı. Tiraj konusunda baktım patronlarla anlaşamıyoruz; güzellikle ayrıldık.
Yanlış hatırlamıyorsam dört ay kadar sürdü.
Evet öyle oldu. Patronlarla tiraj konusunda anlaşamadık. Zaten bu arada gazetede benden önce olan arkadaşlar arasında da eski klikler oluşmuş. Klikler arası mücadeleler falan tekrar almış yürümüş. Bana bir şey yansıtmıyorlar ama aşağıda bir şeyler dönüyormuş. Hatta hem de benim işe aldığım elemanlardan biri daha sonra 'Ya siz beni işe almıştınız ama ben o sıralar sizin aleyhinize çalışan kliklerden birinde görev yaptım' diye itirafta bulunmuştu (gülüşmeler).
Ahmet Kış çok düzgün bir adamdı, kulakları çınlasın. Onu bu iş vesileyle tanımış ve çok sevmiştim. Gerçek bir Anadolu esnafı, ticaret erbabıydı. Persan perdenin sahipleriydiler. Çok kibar, çok anlayışlı bir beyefendiydi. Ama kardeşi Mahmut daha genç olduğu için olur-olmaz gazeteye karışmak istiyordu. Karışmak için de içerdeki adamlarla bağlantı kurmuş. Bu tiraj konusunda da anlaşamayınca ayrıldım.
Tek tek yakın çalıştığımız arkadaşlara mektup bırakmıştım. Bir de okuyucuya "Kivi" başlıklı bir yazı yazmıştım.
Gazeteye geldim ve dört ay boyunca, her fırsatta, rahmetli Ahmet Şişman'la projelerden konuştuk. Yazı dizilerine başlamak istiyoruz, reklamlar vereceğiz falan ama konuşuyoruz konuşuyoruz mevcut şartlarda bir türlü bir şey yapamıyoruz. Ben de o zaman Şişman'a söyledim, bu mevcut şartlar aynen sürecekse, yani bir şey değişmeyecekse, ben de kanala döneyim, daha sonra isterseniz yazar olarak devam ederim. Zaten tırnak içinde söylersek 'sevimli cuntacılık'lar da başlamıştı. (gülüşmeler) Okur için bir veda yazısı yazdım.
Evet adı Kivi idi yanlış hatırlamıyorsam.. . Kivi biliyorsunuz bir kuş türü. Kanatsız uzun gagalı bir kuş. Kanatları var ama kanatları çok az geliştiği için uçamıyor. İngiliz Hava Kuvvetleri jargonunda, 'uçuştan men edilen pilotlar' için kullanılırmış Kivi... Ona gönderme yapmıştım. Yine galiba o yazıda da bahsettiğim bir film izlemiştim. Başrolünde yanlış hatırlamıyorsam Frank Sinatra vardı. Filmde Sinatra, sanat dünyasında bir sürü projesi olan, ama bu projeleri hayata geçirmek için bir türlü para bulamayan, çaldığı kapılardan eli boş dönen bir adamı canlandırıyordu. Filmin sonunda projesi için para vermeyi reddeden arkadaşına otel odasındaki aynaya bir veda cümlesi yazıyor ve sonuna da 'Kivi' diye imza atıyor. Yani 'ben iyi uçardım ama para yok' demek istiyor. Bizim o kivi yazısı da biraz odur. Patrona, beraber çalıştığımız -veya beraber çalışamadığımız- mesai arkadaşlarımıza ve okuyuculara, nazikçe, niye genel yayın yönetmenliğini bıraktığımı anlatan bir yazıydı. Yani, "patron gazeteye projeler için para koymuyor, ben de gidiyorum" yazısıydı o aslında...
Evet o yıllarda aslında bütün basın kuruluşlarında böyle bir sıkıntı vardı. Yazarlar, muhabirler, yani gerçek basın emekçileri ücret veya maaşlarını düzenli alamazlardı. Sosyal güvenceleri yoktu.
Evet gazeteye yeni köşe yazarları da başlayacak dedik. Mustafa Özcan, Mustafa Kutlu,Ahmet Taşgetiren, İsmet Özel, Ahmet Tezcan, Atılgan Bayar, Hakan Arslan, İsmail Kara... Bunlardan bazıları zaten yazıyordu bazıları bizimle birlikte başlayan yeni isimler.. Gazetenin yüzü değişirken köşe yazarlarının da güzel fotoğraflarını koyalım dedik. Sonra Sinan Çetin'in stüdyosuna gittik. Fotoğrafçılığı da iyidir Çetin'in. Platosuna gittik. Orada bizi ağırladı. Teker teker fotoğraflarını çekti. Bir de reklam filmi çekildi. "Yeni Şafak benim için ne ifade ediyor?" sorusu adı altında. Her yazar bir iki cümle bir şey söyledi.
Siyah beyaz olsun demiştik. Ahmet Taşgetiren'in yazıları renkli basılan birinci sayfadan anons edildiği için "Ahmet Bey, benimkisi renkli olsun diyor, ona göre çekin..." diye takılmıştık. (kahkahalar)
Evet, Yeni Şafak'tan ayrıldım ama 28 Şubat döneminde patronlar geldi ve gazeteye yazılarımla destek vermemi istediler. Tekrar Yeni Şafak'ın arka sayfasında köşe yazmaya başladım. 28 Şubat'ın karanlık günlerinde yazıldığı için bu yazılar çok dokunaklı direniş yazılarıdır.
- ALATTİN KAYA'NIN EVİNE İCRAYA GİTTİK
- Sonra Zaman Gazetesi'ni kurma hikayeniz var değil mi?
- Fehmi Koru geldi, dedi ki "Yeni bir teklif var. Ankara'da Alattin Kaya, İhsan Arslan bir de İstanbul'dan Necati Aktülün diye birileri var yeni bir gazete çıkaracaklar. Daha doğrusu eski İçişleri Bakanı Faruk Sükan, Avni Dilligiler'in çıkardığı Adalet Gazetesi'ni almış onun adını Zaman yapmış. Bir süre Zaman diye çıkarmış. Şimdi onu da bu üç ortak almışlar. Bize de iş teklif ediyorlar."
- Bu sefer para konuştunuz mu?
- Tamam dedik ve bu kez paraları da konuştuk. Fehmi Bey ne alacak Fikret Bey, Adnan Bey, yazarlar ne alacak gibi. Bunları baştan konuştuk. İhsan Arslan gazetenin ortaklarından... Gazetenin yönetimini diğer ortaklar adına o üstlenmişti.
- Gazetenin patron İhsan Arslan mı?
- Hayır, İhsan Arslan üç ortaktan biri... Ama gazetede oturup ortakları temsil eden o... Ama bir sene doldu dolmadı, İhsan bey gazeteye, yani gazetenin editoryal işlerine daha çok karışmaya başladı. Aslında bu, medyayala ilgili patronların biz özelliğidir. Başlangıçta 'biz bu işleri bilmiyoruz, siz gelin yapın' derler. Bir süre sonra işi şipşak öğrenirler ve üç aydan sonra karışmaya başlarlar. Ihsan bey de işi "öğrenince" karışmak istedi. Biz de karıştırmak istemedik.
- PANDAYI ASLAN SANIP BİZİ İŞTEN ATTI
- Ne oldu peki?
- Hakan Albayrak'ın bir yazısının üzerine koyduğu bir panda fotoğrafını aslan fotoğrafı zannedip 'sen bu aslan fotoğrafıyla bana hakaret ediyorsun' bahanesiyle İhsan Arslan hepimize işten çıkarma mektubu gönderdi.
- Ne yaptınız bıraktınız mı gazeteyi?
- Hepimiz bıraktık ama okur öyle bir tepki gösterdi ki gazetede duramadılar. Okurdan acayip protesto mektupları yağınca patronlar oturup tekrar görüşmüşler. İhsan Arslan'a 'sen kıvıramayacaksın bu gazeteyi' demişler. Sonra Alaattin Kaya bizi tekrar davet etti. Gazeteyi devr aldığını söyledi. Çalışmaya devam edelim dedi ama biz bu sefer yazılı bir anlaşma yapmak istedik. Sütten ağızımız yandı ya.
- İZMİR'DEKİ HOCAMIZ HAKEM OLSUN
- Nasıl bir anlaşma yaptınız?
- Anlaşmada dedik ki, gazetenin genel yayın politikasını Fehmi Koru, Nabi Avcı, Mehmet Doğan, Adnan Tekşen'den müteşekkil yayın kurulu belirler. Gazete sahibiyle yayın kurulu arasında bir ihtilaf çıkarsa gazete sahibinin belirleyeceği bir hakeme gidilir. Hakemin verdiği karara taraflar uyar. Böyle bir anlaşma yaptık.
- Anlaşma kabul edildi mi?
- Bunlar o zaman dediler ki bizim İzmir'de bir hocamız var, bir ihtilaf çıkarsa ona sorarız. Fehmi Koru da dedi ki tamam ben İzmir'deki o hocayı tanıyorum onun hakemliğine uyarız dedi.
- Siz ne dediniz?
- Tamam, öyle anlaştık. Üzerinden 6 ay gibi bir süre geçti. Bir gece beni Alev Alatlı aradı İstanbul'dan. 'Gazeteyi İstanbul'a taşıyorlarmış, el değiştirmiş hayırlı olsun' dedi. Benim hiçbir şeyden haberim yok. Mehmet Şevki Eygi, genel yayın yönetmeni olmuş. Alev Alatlı'yı aramış ve gazeteye köşe yazarı ol diye teklifte bulunmuş. Ben de Alev Alatlı'ya 'nereden çıkarıyorsun yok öyle bir şey' dedim ama sabahı zor ettim. Sabah Alaattin Kaya'nın yanına gittik. Sorduk, 'doğru,böyle daha iyi olacak' dedi.
- FEHMİ KORU KALDI BİZ AYRILDIK
- Tepkiniz ne oldu?
- O zaman hakeme gideceğiz dedim. "Biz hakeme gittik, sizin hakeme anlatacaklarınızı da biz anlattık. Yine de bizi haklı buldu hakem" dedi. O zaman ben de "yazılı anlaşmayı ihlal ettiğiniz için normal mahkemeye gideceğiz" dedim.
- Ekipten kimler mahkemeye gitti? Kimler kaldı?
- Mahkemeye ben, Mehmet Doğan, Adnan Tekşen gittik. Fehmi Koru mahkemeye gelemem dedi.
- BARİ FAİZİNİ BIRAKIN
- Gerekçesi neydi?
- Ben onlarla özel bir anlaşma yaptım, en az 4 yıl daha burada çalışmak zorundayım dedi. O kaldı. Biz mahkemeye gittik. Avukatımız Mustafa Everdi idi. Tazminat davasını kazandık. Bir senelik maaşımızı faiziyle alacağız. Bari faizini almayın dediler.(gülüşmeler)
- Faizini bıraktınız mı bari?
- Evet bir yıllık maaşımızı talep ettik sadece. Sonra bir akşam Alaattin Kaya aradı. Evinin kapısına kamyon dayanmış, icraya gelmiş evdeki televizyonunu falan alacaklarmış; yardım istiyor benden. Kazandığımız parayı ödemedikleri için avukatımız Mustafa Everdi, Kaya'nın evine icra göndermiş.
- Ne yaptınız?
- Mustafa Everdi'yi aradım. Kamyonu çek dedim. Parayı yatıracaklarmış dedim. Everdi bana, "siz entellektüeller işte böyle hemen yumuşarsınız " falan diye başlayan sitemkâr bir diskur geçti. Ama kamyonu da çekti. Sonra tazminatlarımızı aldık. Ben de tekrar üniversiteye döndüm.
- MOLLA KASIM GAZETENİN OMBUDSMANIYDI
- Gazetecilik, yazarlık, televizyonculuk, yöneticilik, danışmanlık, köşe yazarlığı yaptınız…Ama bu işlerden en çok akılda müstearla yazdığnız Molla Kasım yazıları kaldı.Molla Kasım yazıları ilk nerede başladı?
- Molla Kasım'ın ilk yazısıMillî Gazete'de çıktı. Molla Kasım ayrı bir kişilik. Molla Kasım'dan bahsederken hep başka bir kişiden bahsediyormuşum gibi oluyor. Öyle görüyorum onu. Molla Kasım'ın da bir veda yazısı vardı...
- Zaman gazetesinde mi?
- Hayır Milli Gazete'den ayrılırken Molla Kasım bir veda yazısı yazdı. Başlığı da "Yanıyor mu yeşil köşkün lambası"ydı. Fakat Çorum Milletvekili Erbakan'a gidip bu yazıda sizden bahsediyor demiş. Yeşil köşk derken... Oysa öyle bir kasıt yoktu.
- Milli Gazete dışında başka nerelerde yazdı Molla Kasım?
- ZamanGazetesi'nde devam etti. Gazeteyi eleştiren biriydi. O dönem bir çeşitZamangazetesinde ombudsmanlık yaptı diyebilirim..
- Sizin yazdığınızı kimse biliyor muydu?
- Bir tek Fehmi Koru biliyordu. Molla Kasım'ın yazılarının bir o kadar sevilmesinin sebeplerinden birisi de rahmetli Necdet Konak'ın çizdiği Molla Kasım tipidir. Çok sevimli bir karakter çizmişti rahmetli...
Abdurrahman Dilipak teklif etti. Ankara'ya gelip yeni bir gazete çıkaracaklarını söyledi 'burada yazar mısın' diye sordu.
Evet, daha ODTÜ'de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde okuyorum. O yıllarda İsmet Özel de Hacettepe'de okuyor, yakın bir arkadaşlığımız var bizim çevreyle de yeni yeni tanışıyor. Dilipak'a "İsmet Özel'e de söyler misin" dedim. O da evet biz de zaten düşünüyoruz dedi. İsmet Özel ile birlikte
de yazmaya başladık.
nin kardeş yayın organı olarak yayın hayatına başlamıştı.
Yok, İsmet Özel'in Amentü şiiri
dergisinde çıkmıştı. Yeni yeni bizim çevreyle tanışmaya başlamıştı.
Şair Erdal Alova'yla yakın arkadaştılar. Aynı siyaset dünyasının içindeydiler, ikisi de şairdi. Erdal vasıtasıyla ve yazdığı şiirlerden dolayı adını biliyordum.
Evet, bizim o yıllarda Bahçelievler'de bir öğrenci evimiz vardı. O bize, biz ona gidip gelmeye başladık öyle bir çevremiz oldu. O vesileyle bir yakınlığımız oldu.
ı'nı yayınladık. Oradan kazandığımız parayla da Erzurum'a şiir matinesine gittik. Hepimiz ilk kez uçağa bindik.
Ahmet Kot, rahmetli Nejdet Erk, İsmet Özel, ben... Erzurum'a gittik.
nı tanıtacaktık, İsmet Özel şiirlerinden okuyacaktı. Onun için gitmiştik...
1976 ya da 77. Tam hatırlayamadım.
Ödeniyordu ama hiçbir zaman doğru düzgün ay başında para aldığımızı hatırlamıyorum. Bir de hiç unutmuyorum Kızılay'da İPA diye bir mağaza vardı. Maaş yerine bazen bir alışveriş kuponu verilirdi. Oradan eve ekmek şeker tuz gibi şeyler alıp götürürdük.
Çünkü o yıllarda ODTÜ'de öğrenciydim. Bu cümlenin ne manaya geldiğini bugün anlayamayabilirsiniz ama o sorunun o yıllarda tam cevabı buydu. ODTÜ'de ciddi bolşevik baskısı vardı. En yoğun baskılardan biri de bizim fakültedeydi.
Normal derslere giremiyorduk. Kelle koltukta ancak sınavlara gidebiliyorduk. Okulun tek ateşkes bölgesi kütüphanemizdi. Ben de üniversite yıllarımı kütüphanede bol bol kitap okuyarak geçirdim diyebilirim. Çok da iyi oldu. Çok yararlı oldu. Hatta o yılarda okulda terör estiren komünist arkadaşlara teşekkür etmek lazım. Onların serkeşlikleri yüzünden, zamanımızın büyük bölümünü kütüphanede geçiriyorduk. Bir de okulumuzun kantini işgal altında olduğu için bugünün tabiriyle daha 'ciks' sayılan Mimarlık Fakültesi'nin kantinine giderdik.
Ben
'den sonra yurt dışına gittim. Okulu bitirmiştim. Kopenhag Türk Büyükelçiliği'nde çalışmaya başladım. Bu da bir sene sürdü. Çalışma Bakanlığı adına gitmiştim. Sosyal yardımcı olarak çalıştım. Sonra Ecevit hükümeti kurulunca bizi telgraf emriyle merkeze aldılar. 4 yıllığına gitmiş olmamıza rağmen bir sene sonra bizi geri çektiler. Ecevit'in azınlık hükümeti kurulmuştu. Üstelik çocuğumuz da yeni doğmuştu. Uçağa binemeyecek halde olmamıza rağmen mecburen bindik geldik.
Hazin bir hikayedir. O zamanlar eşim yeni doğum yapmıştı. Uçağa binemez demişlerdi. Büyükelçi benim işime çok yarayan bir eleman görev süresi 3 yıl uzatılsın diye telgraf çekti. "Olmaz, hemen geleceksiniz" dediler. Para da göndermiyorlar. Elçimiz özel hesabından biletimizi aldırttı. Beni Malatya'dagörevlendirmişler. O günlerde Hamido olayları olmuş ve Malatya çok karışıktı. Oysa yurtdışında çalışanları ancak Ankara'da çalıştırmaları gerekiyor yasal olarak. Taşra teşkilatlarına gönderilmezler. Bugün de öyledir. Yollarda ciddi sıkıntılar oluyordu. 'Yok kardeşim gideceksin, gidemiyorsan istifa et' diye beni istifaya zorladılar.
Daha yeni çocuğumuz doğdu. Zor geldik dedim. İstifa et dedi. Ben de istifa ettim. Istifa mektubuma gelen cevap Ankara Bölge Çalışma Müdürlüğü'den geldi. Oysa bana yazılan resmi yazıda Malatya'ya tayin edildiniz yazıyordu meğer Ankara'ya tayin edilmişim bana istifa edeyim diye yalan söylenmiş.
Bana resmen Ankara'ya tayin edildiğim bildirilmiş olsa istifa etmeyecektim. Ama sahtekârlık yaparak bana 'Malatya'ya tayin edilldiniz' diye yazı gönderiyor, beni istifa ettiriyor. Ondan sonra Danıştay'a müracaat ettim. Danıştay davayı reddetti. Gerekçesi ise: Bu tür durumlarda Danıştay'da açılacak davalarda dilekçe iki nüsha olarak yazılır. Siz bir nüsha verdiğiniz için davanız reddedildi.
Döndüm, tekrar gazeteciliğe başladım. Sonra Anadolu Üniversitesi'ne araştırma görevlisi olarak girdim. O arada TRT'de danışman olarak da çalıştım. O ek bir görev gibi oldu.
Eskişehir Anadolu Ünivesitesi'nde iken yanlış hatırlamıyorsam 1983 yılıydı. Rahmetli Erbakan, Fehmi Koru ile beni davet etti ve 'Millî Gazete'yi adam edin' diye talimat verdi. Biz de 'olur ama bize 3 ay müsade edin bildiğimiz gibi bir gazete yapalım kimse karışmasın, üç ay sonra beğenmezseniz bırakırız, beğenirseniz devam ederiz' dedik.
Evet tamam dedi. Biz de üç ay gece gündüz çalışıp tepeden tırnağa gazeteyi değiştirdik. Çok güzel bir gazete yaptık. Mizanpajını Özkul Eren yapmıştı. Hatta hiç unutamıyorum o günlerde Almanya'dan bir misafir geldi. Milli Görüş teşkilatından biri. 'Ben buraya size teşekkür etmeye geldim. 15 gün önce Almanya'da dişçiye gittim. Dişçi Türktü. Dişçide bekleme salonunda beklerken masanın üzerinde sehpada Alman gazeteleri vardı. O zaman "Ne zaman benim Millî Gazetem de şu gazeteler gibi güzel olacak diye içimden geçirip o çok beğendiğim gazeteyi elime aldım bir baktım ki Millî Gazete. Çok sevindim size teşekküre geldim.' dedi.
Erbakan'la ayda bir Ankara'daki evinde görüşüyorduk. Siyaseten yasaklıydı o günlerde... Bizi misafir ettiği günlerde, çok güzel bir sofra hazırlatıyordu. Mahmut Bey diye bir aşçısı vardı, biz ona Üçüncü Mahmut diye takılırdık, ona sofralar hazırlatır bize de iltifatlar ederdi. Beğendiğini hissettiriyordu. Liderler kolay kolay teşekkür etmez çünkü.
Ankara'da Güvenlik Caddesinde bir evi vardı. Yine aşçısı 3.Mahmut harika bir sofra hazırlamış. Tabii biz üç ay hiç para almadık. Yemeğe başlamadan önce ben dedim ki 'Efendim daha önce arz ettiğimiz gibi 3 aylık süre doldu. Şimdi Fehmi beyin bebeği doğdu İzmir'de. Bebeğini görmeye bile gidemedi. Benim evim Eskişehir'de. Biz İstanbul'da gazetede yatıp kalkıyoruz. Dolayısıyla ev tutacak mıyız? Fehmi Bey ailesini getirsin mi? Ben Eskişehir'den gidip geliyorum. Benim İstanbul'a nakletmem için şartlarımızın belli olması lazım. Uygun görürseniz arkadaşlarla bu konuları konuşalım. Ona göre nerede ev tutalım, nerede çalışalım netleştirelim' dedim.
“Ümmet size müteşekkirdir. Afiyet olsun, buyrun" deyip yemeğe başladı. (kahkahalar) Konu böylece kapandı.
Aramızda ne yapalım diye istişare ettik. Bu şartlar altında bu belirsizlikle bir şey olmaz, biz dağılalım ciddilerse çağırırlar deyip Fehmi Koru İzmir'e gitti, ben de Eskişehir'e döndüm.
Kimse çağırmadığı gibi künyeden adımızı da çıkarmadılar bir türlü. Biz 'çıkarın' diyoruz. Onlar 'böyle iyi' diyorlar. Laubali bir şey. Sonra adımızı çıkardılar. Eski arkadaşlar tekrar görevlerine döndüler.Kendilerine göre gazetede tekrar değişiklikler yaptılar. Bugüne kadar da öyle böyle geldi.