|
Bir işgal biçimi: İslamofobi/İslâm Karşıtlığı

İslamofobi/İslâm Karşıtlığı, her ne kadar 11 Eylül saldırısı sonrası daha çok duymaya başladığımız bir ifade olsa da kavramın, ismi konmamış tarihsel bir serüveni bulunmaktadır.



Müslümanların, Hıristiyanlar için mücadele edilmesi gereken dini-siyasi düşman haline gelmesi, İslâm hâkimiyet alanının genişlemesine dayanmaktadır.



Poitiers Muharebesi/Puvatya Muharebesi (732), Avrupa tarihi açısından dönüm noktası sayılan savaş olarak değerlendirilmektedir. Bu savaştan sonra Papaz Isadore Pacensis, bu savaşta Müslüman ordularını yenen Hıristiyanların yeni kimliğini tanıtlamak amacıyla

Europenses

(Avrupalılar) terimini icat etmiştir. Puvatya Muharebesi ve sonrasındaki Haçlı Seferleri (1095-1291) sonrasında, Hristiyanların hafızasında iç içe girişin yaşanmadığı Müslümanlar, tecrübe edilmemiş bir düşman olarak çizilmeye başlanmıştır.



İstanbul'un fethi, 1538 yılındaki Preveze ve 1571 yılındaki İnebahtı Deniz Savaşları ve Osmanlı'nın iki kez Viyana'ya kadar gelerek Avrupa'nın kapılarına dayanması gibi sebepler yine İslamofobi/İslâm karşıtlığı tarihi için önemli olaylardır. Bu savaşlar, Müslümanları ve Hıristiyanları toplumsal olarak karşı karşıya getirmese de, toplumlar birbirinin uzağında olsa da rekabete dayalı bir düşmanlık inşa etmiştir.



“1979 İran İslâm Devrimi, 1989 Berlin Duvarı'nın yıkılması,
Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra tek kutuplu bir
dünyanın ortaya çıkması neticesinde Batı dünyasında
başta ABD'de bazı politikacıların ve düşünce
kuruluşlarının yeni bir 'düşman', sosyolojik bir ifadeyle
'öteki' arayışına girdikleri ve bu bağlamda öteki
olarak da İslam'ı seçtikleri bilinmektedir. Huntington'ın “Medeniyetler Çatışması”
tezi
, İslam'ı Batı için potansiyel düşman olarak lanse etmesinin ideolojik
zemini olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından
bu fobi, siyaset ve medya öncülüğünde Batı toplumunun
bilinçaltına kazınmaya çalışılmıştır.”


Edward Said'in Oryantalizm'de ortaya koyduğu "Oryantalizm: Batı, tarafından icat edilen Doğu" ifadesi de Batı toplumlarının zihninde var olan değil, inşa edilen bir Doğı algısının olduğunu, bu Doğu algısının ise İslâmofobi/İslâm karşıtlığı tutumuna imkân sağladığını da unutmamak gerekiyor.



Sömürgecilik faaliyetleri ve ucuz işgücü temin edilmesi arzusu sonucu, Müslümanların Batı'ya göçü, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında fiili yakınlaşma ihtimali doğurmuştur. Ancak toplumun maddi seviyesi düşük kesimini oluşturan, yaşam şartlarının daha ucuz olduğu bölgelerde gettolaşarak yaşayan, daha çok hizmet sektöründe çalışan Müslümanlar ile Hıristiyanların yaşadığı toplumda, eşitliğe dayalı bir ilişki olmadığı gibi, bir süre sonra göç ettikleri ülkeye dönmeyip de, Batı'da kalan Müslüman nüfus, Batı toplumu için bir yük, bir çatışma aracı, dönüştürülmesi gereken bir kitle olarak görülmeye başlanmıştır. Hiç şüphesiz, bu kriz de İslamofobi/İslâm karşıtlığını pompalayan bir diğer etki olarak kayıtlara geçmiştir.



Bugün ise Amerika'daki seçim sonuçları, bir çeşit ırkçılık politikası güden Trump yönetimini ortaya çıkarmıştır.



Avrupa'da aşırı sağ olarak yumuşatılarak tanıtılan ırkçı partilerin oyları yükselmeye başlamıştır.



İngiltere'nin, Avrupa Birliği'nden ayrılması, Putin yönetiminin Avrupa Birliği ile mücadele eder hale gelmesi, Avrupa'da kendi içerisinde bir çeşit ırkçılık üretimini de pompalamaktadır.



Hiç şüphesiz, uzun süredir izlenen Suriye Savaşı'nın ve hiç yoktan çıkarılan Irak işgalinin sonucu olarak ortaya çıkan DAEŞ de, İslamofobi/İslâm karşıtlığının haklı gösterilmesinde işlevsel bir rol oynamaktadır.



İslamofobi mi, İslâm karşıtlığı mı?


İslamofobiye, İslâm coğrafyasından bakıldığında iki ayaklı bir durumu olduğu görülür. Şöyle ki; inşa edilmiş bir kavram olan "islamofobi"nin ilk problemi kavramlaştırmasından kaynaklanmaktadır. Bu kavramlaştırma, mağdur edilen Müslümanları değil, islamofobiyi bir araç olarak kullananları merkeze alarak, meseleye ontolojik bir hata ile başlamaktadır. Dolayısı ile "islamofobi"nin kendisinden önce, ismine dair bir revizyona gidilmeli ve bunun yerine "İslâm karşıtlığı" ifadesinin ikâme edilmesi gerekmektedir.



Bu kavrama ait iki boyuttan söz edilebilir. “İlk olarak korku duyulan grup genellikle toplumun ayrılmaz bir parçası olarak görülmemektedir. Yabancı kişi, fiziksel, etnik veya kültürel özellikleri itibariyle 'farklı'dır. Yabancı düşmanlığı ise farklı olana duyulan antipatidir. İkinci olarak, buradaki temel endişe, yabancı etkilerin saflığı bozacağı şeklindedir. Çünkü bir kültürü veya toplumu saf tutmak onu yabancı etkilerden korumakla mümkündür. Her iki durumda da yabancı düşmanlığı, düşmanlığa konu olan kişi veya grupla ilgili olmaktan ziyade düşmanlığı yapan kişi veya grupla ilgilidir. Esas sorun, farklı ve yabancı olanı kendisi için bir tehdit ve korku kaynağı olarak algılayan öznenin kendisidir. Fobilerin kişiye ait bir olgu olduğunu gösteren bir diğer kanıt, yabancı ve farklı olana herkesin aynı şekilde ve oranda tepki vermemesidir. Eğer yabancı, bizzat tehdit ve korku kaynağı olsaydı, o zaman herkes fobik bir tutuma sahip olacaktı. Bu böyle olmadığına göre, fobiler ve fobi sahipleri, genellikle tedavi edilmesi gereken patolojik kişilerdir.” Dolayısı ile kullanılması gereken kavram, İslamofobi değil, İslâm karşıtlığı olmalıdır.



Bir işgal biçimi olarak İslâm karşıtlığı


İşgal dediğimiz şeyin, birçok biçimi ve birçok amacı vardır. Fiili savaş dışında bir takım taktikler ile de bir çeşit işgal yapılabilir.



11 Eylül 2001 sonra tüm dünyada güvensizlik havası oluşturulduğuna hepimiz şahit olduk. 11 Eylül ile birlikte, bir anlamda korku iktidarı kurulmaya çalışılmıştır. Ki bunun başarıya ulaştığını da görmekteyiz.



Bugünün modern toplumlarda çok rahat bir şekilde korkunun iktidarından söz edebiliriz. Güvenlik söylemiyle birlikte üretilen ve modern insanın her an risk altında olduğunu anımsatan bu korku iktidarı, Foucault'nun kavramsallaştırdığı şekilde ifade edecek olursak, modern devletlerde uygulamaya konulan neo-liberalist yeni bir modelin araçlarından biri haline gelmiştir. Foucault'a göre, modern yönetimin özelliği bir yönetim nesnesi olarak insanlarla, “şeyleştirilmiş nüfus”la ilgilidir. Yeni yönetim anlayışında önemli olan, insanlara yasaları dayatmaktan çok onları yönlendirmektir. Yani “yasalardan” ziyade taktiklere başvurulur. Bunun sonucunda modernitede yönetimin amacının değiştiği gibi araçlarının da değiştiği söylenebilir.



11 Eylül saldırıları sonrası artan şiddet ve terör olayları, zaten derin kökleri olan önyargı ve korkularda bir patlamaya neden oldu. Bu çerçevede ortaya çıkan güvenlik kaygıları ile de kavramın kullanım alanı genişlemiştir. Başlangıçta zayıf bir karaktere sahip olan bu tutum kısa zamanda dünya gündemine yerleşmiş ve toplumsal bir gerçekliğe dönüşmüştür.



Bu dönüşümün hemen akabinde bugünün dünyasında iki mevcut kutuptan bahsedebiliriz; Trump ve karşıtları.



Trump eliyle, Müslümanlara yönelik tecrit yasalaşmaktadır. Trump'a karşı olanların argümanı her ne kadar ırkçılık karşıtı zemine otursa da, Avrupa'nın İslâm karşıtlığı konusunda faciayla dolu karnesi, meselenin ırkçılıkla değil, küreselleşmeci dayatma, küresel sömürü için uğraşanların “insan hakları” söylemi üzerinden Müslümanları nasıl kullandığını ortaya koymaktadır.



Şu süreçte Müslümanlara düşen görev, mevcut iki kutuptan birini seçmek veya sessizlikle bu köklü problemi izlemek yerine, bu problemi yasal zeminde işlemek olmalıdır. Egemenlerin keyfiyete bağlı normları belirlediği bir dünyada, normların keyfiyete değil adalete bağlanması için yasanın kısmen koruyucu olduğu unutulmamalıdır. Dolayısı ile ayrımcılık söylemi/suçu, nefret söylemi/suçu gerçek anlamda suç sayılmalı, kanunlarca tanınmalıdır. Bunun için de ciddiyetle çalışmak, basit gibi görünen ancak basit olmayan konuya eğilmeli, İslâm karşıtı söyleme maruz kalanların mevzuyu yargıya taşıması gerekmektedir.



Avrupa'nın ortasında en cani şekilde katledilen Yahudiler, Mehdi beklemedi ve kendi işlerini kendileri görerek kendilerine yönelik suçları kanun önünde en ağır şekilde cezalandırmak için uğraştı, sonun da ise kendilerince bir başarı elde ettiler. Müslümanlar, konuyu kendi lehlerine çevirmek için aynı şekilde çalışmak zorunda, biz yerimizde oturduğumuz müddetçe kimse gelip bizim hakkımızı aramayacak. Şu süreçte fetva verecek bir konumum olsa idi, İslâm karşıtlığı ile mücadeleyi “cihad”a kıyas ederek, “farz”dır fetvası verirdim.



Sorunlarımızı; “sömürüldük, işgal edildik” ezberini tekrar edip, üzerine bir bardak su içerek çözemeyiz. Merkel'e “İslâm ile terörist” ifadesini bir arada kullandığı için ölçülü eleştirisini getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın varlığı bizleri rahatlığa itiyor olabilir ancak bu rehavetten bir an önce kurtulmalıyız. O lider, bizlerin önderi olmakla birlikte, çok ağır bir yükü, sorumluluğu omuzlarında taşımaktadır. Erdoğan'ı sevmek, slogan atmakla olmuyor azizim, onun omuzundaki yükü hafifletmeye çalışan destekçilere ihtiyacı var, elimizi taşın altına koymak üzere kaldıralım bir zahmet. Aksi halde, bir çeşit işgalin mağduru olacağız ve işgal edildiğimizi anlamadan kaybetmiş olacağız; Allah muhafaza.

#İslamofobi
#11 Eylül
#ABD
7 yıl önce
Bir işgal biçimi: İslamofobi/İslâm Karşıtlığı
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle