|
Ramazan-ı Şerif’i uğurlama yazısı

Emeklilik yıllarını sahasında kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserlerle değerlendiren akademisyenlerimizden biri de hiç şüphesiz ki, Prof. Dr. Mustafa Kara hocamızdır. Bu Ramazan onun üç kitabını daha ilgiyle ve merakla okudum. “Bir Aşk Kütüğü Yaktık”, “Yedi İklim Dört Köşe”, “Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm” isimlerini taşıyan araştırmalarından ve incelemelerinden – itiraf edeyim ki – epeyce istifade ettim. Bildiğim konuların yanı sıra bilmediğim, duymadığım bazı mevzuları da öğrenmiş oldum.

Öyleyse ismiyle âhiret seferinin yaklaştığını hatırlatıp “Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm”ün muhteviyatından birkaç cümleyle de olsa bahsedelim.

İlk önce vefatının kırkıncı yılında kırk cümleyle Nureddin Topçu ve dostları anlatılıyor. Daha sonra ise Ali Nihat Tarlan, Ali Fuad Başgil, Hasan Basri Çantay, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Hüseyin Vassaf, Abdülaziz Mecdi Tolun gibi ulemanın, üdebanın ve ehl-i irfanın az bilinen veya hiç bilinmeyen özellikleri öne çıkarılıyor. Bu büyük zatlar hakkında bilgi verilirken satırların arasına şiirler ve anekdotlar serpiştirilerek mevzu daha cazip hale getiriliyor.

Benim ilgimi çeken bahislerden birinin de “Türkçe Ezan Doksan Yaşında” başlıklı bölüm olduğunu söyleyebilirim. Ünlü yazarlarımızdan Çetin Altan’ın dedesinin bir tekke şeyhi olduğunu ben de böylece öğrenmiş oldum. Yine bu yazının dipnotunda Nazım Hikmet’in dedesi Selanik Valisi Nazım Paşa’nın da Mevlevi Tarikatine müntesip olduğu ayrıca belirtiliyor. Nazım Hikmet’in gerek Ağa Camii için, gerekse “Dergâh Kuyusu” hakkında güzel şiirler yazdığını biliyordum ama dedesinin Mevleviliğinden haberdar değildim.

Dede torun, hatta baba oğul arasındaki kopukluklara, çarpıcı ayrılıklara, dünya görüşü farklılıklarına daha başka örnekler de vermek mümkündür. Bu bahis de hayli uzun ve şaşırtıcı tespitlerle doludur, anlatılması için hacimli kitapların yazılması gerekir.

Yine Çetin Altan konusuna dönecek olursak, ben bu yazarımızın birçok köşe yazısını okumuşumdur. Yazılarını daha önceki yıllarda “Taş” başlığıyla Akşam gazetesinde, “Şeytanın Gör Dediği” ifadesiyle de Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yayımlıyordu. İnanç ve dünya görüşü itibariyle zıt kutuplarda olmamıza rağmen köşesinde bizim kültür dünyamıza dair doğru tespitlere de yer veriyordu. Hürriyet’te çalıştığım yıllarda kendisiyle daha yakından tanıştım. Bir konuşmasında İslam hukukunun şaheser maddelerinden oluşan “Mecelle”den sitayişle bahsettiğine şahit olunca çok şaşırmıştım. Ramazan’la ilgili olduğu için kesip sakladığım iki köşe yazısında da gençliğinde nasıl bir manevi ortamda yaşadığını dile getiriyor. Mesela 9.12.1999 tarihli ve “Geçmiş Ramazanlar, Gelecek Ramazanlar” başlıklı yazısına şu satırlarla başlıyor:

“Bundan elli yıl önce Ramazan geldi mi, o dönemin belirli bir yaşa ulaşmış köşe yazarları ballandıra ballandıra eski zamanların Ramazanlarını anlatırlardı.

Biliyorsunuz ki, yeni bir konu üzerinde çalışmaktan çok daha kolay, hatta belki de daha çekicidir renkli bir kalemle anılar albümünden çeşitli sayfalar aktarmak…

Refi Cevat’ın anlattığı eski Ramazanlar, Kadircan Kaflı’nın anlattığı eski Ramazanlar, Burhan Felek’in anlattığı eski Ramazanlar, Refik Halid’in anlattığı eski Ramazanlar…

Bendeniz de o zamanlar henüz otuzuma bile gelmemiş olduğum için çocukluğumdaki Edirne Ramazanlarını anlatmaya çalışırdım.

Tersine çevrik küçük bir taburenin üstüne oturtulmuş büyük bir siniden oluşan yer sofrası… Sofrada küçük tabaklara konmuş zeytin, peynir, reçel ve kocaman bir kâsede dumanı tüten çorba…

Babaannem hafiften sallana sallana, sessizce dualar okuyarak sofranın başında beklerdi iftar topunun patlamasını.

Ben de büyükler âlemine bir katkı yapma özlemiyle yanağımı pencerenin soğuk camına yapıştırır; ancak yanağını pencerenin camına yapıştırırsan görülebilen Üçşerefeli kandillerinin yanmasını gözlerdim.

Sonunda bir top patlardı uzakta ve kandiller yanardı.”

Mustafa Kara hocamız bahsini ettiğimiz yazısının bir yerinde “Altan ailesinde var olan bu damarın bugünkü tecellisi nedir diye sorarsanız mesela Çetin Altan’ın oğlu gazeteci Ahmet Altan derim. Onun dini ilkelerle bağdaşmayan bazı fikirlerini, okumuşsunuzdur. Fakat onun çok farklı duygularla kaleme aldığı başka yazılar da vardır. İşte ezan ile, cami ile, Allah ile ilgili on beş sene önce bir Ramazan günü (23 Eylül 2008 / 22 Ramazan 1429 tarihinde yazdığı bir yazı” dedikten sonra Ahmet Altan’ın ezanı konu alan uzunca bir şiirini naklediyor.

“Arada bir öğlenleri Kadıköy’deki Osmanağa Camii’nin yanına gidiyorum.

Oradaki müezzinin sesini seviyorum.

Ezanı kendine has bir tarzda araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.

Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor

Güzel söylenen ezanı seviyorum” diye başlayan bu ezan şiiri gerçekten de dikkati çekiyor.

Sırası gelmişken ben de Mustafa Kara hocamızın bu yazısına bir zeyl yapayım. Bakınız, aynı Ahmet Altan 1 Şubat 1995 tarihli Milliyet’teki köşesinde teravih namazını nasıl anlatıyor.

“Oruç tutmam, namaz kılmam, zaten laf aramızda pek öyle dini bütün biri de sayılmam ama Ramazanın gelmesi beni hep sevindirir, akşamları fırınların önünde uzayan pide kuyrukları, iftara yetişmek için acele acele yürüyen insanlar, kahvaltıyla akşam yemeği karışımı iftar sofraları, masanın başına oturmuş insanların topun atılmasını ağızları sulanarak beklemeleri, topun atılmasıyla birlikte içilen bir yudum su, bir zeytin ya da eğer varsa bir hurma, sonra telaşlı bir sessizlikle bir gün boyunca süren açlığı bastırmak için hep birlikte yenen yemek ve yavaş yavaş doymaya başladıktan sonra yeniden bu kez mutlu bir gülümseyişle başlayan gündelik konuşmalar ve evde pek sık rastlanmayan huzurlu bir kahve molası.

Epeyce gençken, yazı yazmaya merak sarmaya başladığımda babam “iftardan birkaç dakika önce, evin çaprazındaki caminin şerefesindeki ışıkların yanıp yanmadığını görmek için yanağını soğuk cama bastırıp bakarak bekleyen çocuğu” yazabilir misin demişti, ben yazamadım ama yıllar sonra kendi çocukluk anılarımda, o çocuğun yüzünü cama dayayarak beklerken neler hissettiklerini o yazdı.

Ben yüzümü cama dayayıp caminin şerefesine hiç bakmadım çünkü benim çocukluğumda cami tam evin karşısındaydı ve ben pencerenin kenarında oturunca ışıkların yandığını rahatlıkla görüp “top patladı” diye bağırabiliyordum.

Sonra büyükler gibi bütün gün boyunca aç kalmaya dayanmanın gururuyla iftar sofrasına otururdum, reçellerden, sucuklardan, turşulardan karmakarışık yerdim, yemeden önce evdeki yardımcımız bana da bir dua okuturdu.

Ama asıl teravih namazını çok severdim, uzun boylu, iri kemikli, köylü yardımcımız abdest almama yardım eder, kulaklarımı bir de o ovalardı, sonra onun ördüğü dizlerime kadar çıkan beyaz yün çoraplarımı giyer, evin karşısındaki küçük camiye giderdim. Mahallenin benim yaşımdaki çocuklarıyla birlikte en arkaya dizilir, namaza başlardık. Teravih uzundu ama ben kendimi çok önemli ve büyümüş biri gibi hissederdim.

Eve döndüğümde, o köylü kadıncağız beni “memnun” bir ifadeyle yaptığımdan mutluluk ve gurur duyduğunu gösteren sevinçli bakışlarla karşılardı, dinin, insanlar arasında nasıl ortak bir huzur yarattığını ilk o kadıncağızın bakışlarında görmüştüm ve o huzurun çok önemli olduğunu anlamıştım.

Hiçbir zaman dindar olmadım, inancımı çok genç bir yaşta kaybettim ama dini hep sevdim, “mü’minlerle” ahbaplıktan hep keyif aldım, gerçek dindarların sakin ve güvenli halleri bana da hep bir güven verdi, onların bakışlarında hep o saf köylü kadının sevecen bakışlarını gördüm.

Kadir geceleri camide hep bir ağızdan okuduğumuz “Allah ümme salli alâ” diye başlayan bestesini Itri’nin yaptığı “segâh” makamındaki “salât-ı ümmiye” ise hep ezberimde kaldı.

İnansın ya da inanmasın, bütün hayatınca bu memlekette İslam’ı soluyarak büyüyen herkes gibi Tanrıyı kendilerine politik bir merdiven yapmaya çalışan ya da Allah adına azgınlaşıp insanları yakan barbarları gördükçe duyduğum öfkenin temelinde, benim çocukluğumun anılarına yerleşen o şefkatli köylü kadının yüzündeki mutlu gülümsemeyi kanla ve ihtirasla parçalamaları yatıyor belki de.

Bugün bir Ramazan daha başlıyor.

Oruç tutmayacağım, yüzümü cama dayayıp cami şerefelerinde ışık yandı mı diye beklemeyeceğim, pide kuyruklarına girmeyeceğim, teravihi kılmayacağım ama gene de içimde hoş bir sevinç var, hiç olmazsa iftar saatlerinde bu ülkede geçici ve kısa da olsa insanların biraz mutlu olacaklarını bilmemden belki de bu heyecan.

Ben de Ramazan’ın şerefine bu akşam “salât-ı ümmiye”yi bir de Münir Nurettin’den dinleyeceğim. Çocukluğumun ruhu şad olsun diye.”

Bu yazımı okuyup bitirdikten sonra Ramazan’la, ezanla ve teravihle ilgili

Çetin Altan’dan ve oğlundan başka örnek bulamadın mı diye soracak okuyucularım olursa, onlara da “Huz mâ safa, da’ mâ keder!” diye

cevap veririm. Anlamını mı merak ediyorsunuz.

Bizahmet lügate bakınız!

#Ramazan-ı Şerif
#eser
#Dursun Gürlek
16 gün önce
Ramazan-ı Şerif’i uğurlama yazısı
Siyasi pratik ve siyaset teorisi üzerine, İbn Haldun’dan dersler
Kamu tasarrufu
BİT’lere kadrolu işçi alımında acilen tedbir alınması gerekiyor
Tarih bizi çağırıyor ama biz birbirimizle boğuşuyoruz!
İYİ Parti kongresinin kazananı kim