|
Yıkılmış kulübe sana ses verebilir mi?...

İnsan kaybolmuyor, kaybedemiyor, kaybolan yok, kaybeden de yok, ne olursa olsun, ne yana düşerse düşsün, öteki yakadan bakınca görülen kocaman bir yara kalıyor geriye.

Vaktiyle yüreğe musallat olan ne varsa ışıldıyor kenarda.

Kayıtları silemiyor insan…


Uğramakla geçiyor hayat, herkes birbirine uğruyor, yerinde duran, beklerken katrana dönen yok, “Dönüyor dünya, çalkalanıyor insan…”

Ne çok şey gizlenmiş, gövde denilen şu mahzene, delik deşik olmuş her yanı, hala kuyruğunu sallayan, direnen dipdiri şeyler var, ruhunu teslim etmiş canların, can çekiştiği meydan sanki.

Dönüşüyor ömür, çalının her şeye dönüştüğü gibi; yeter ki bir damla, su olsun, damla olmasın, zerre olsun, zerrenin titrek serinliği olsun, bir şey olsun, sadece bir şey olsun, toz kadar...

Ahh be yürek, sen hatırlıyorsun, en iyi sen hatırlıyorsun yakıldığını, etrafta koşuşturanların sulu sepken şakasını, sen hatırlıyorsun, acıyı yakmanın felaketini, hatırlıyorsun…

Ben, bana olanları gördüm, oradaydım, “anlat” dersen anlatırım.

Çünkü ben, her şeyi mevsimiyle hatırlarım, takvim denilen şu hesaplaşma çetelesi de neymiş, onu başucuna asanlara yuh olsun.

Bahardı, ya da kıştı, en fazla güz olurdu, yaz bile fazla uzamış bir sazdı, üç mevsimden taşan öylesine bir zamandı.

Bahardı, kışı, kışkışlayanların baharıydı, akşam üstüydü, girişteki masanın üstünde duran kirli bir telefon vardı, her şey orada başladı; bak şimdi, onu da şöyle söyleyeyim, o telefon var ya, o telefon kirli değildi, o telefon, küf tutmuş, yeşil karın ağrısıydı.

Sonra bir telefon daha vardı…

Afyon’a doğru giden şosenin yanına dikilmişti, yüz yılımızın en küçük insanlık anıtıydı, arkasını demir parmaklıklara yaslamış, kasketli bir adam gibi dururdu, bazen de yola doğru başını uzatmış dilenciyi andırırdı.

O şehrin hiçbir kaydında yer almayan bir duraktı, o ankesörlü telefon kulübesi.

Dolmuşta, “Telefon kulübesinde inecek var” diyen, tek kişi bendim, “İneceğim” diyemezdim, “İnecek var” derdim, telefon kulübesinde inecek var…

İndim de indim, indim de indim, her dolmuştan indim.

Her zaman tam önünde inmezdim ama, vergi dairesini yalayan virajın yarısında inip, kulübeme doğru yürümeyi güneşli günlere bırakırdım, yaklaştıkça mutlu olurdum, sonra kulübemin önünde dururdum, ahizeyi kaldırmazdım, sadece dururdum, mübarek bir yatırın önünde durur gibi öylece dururdum.

Bazen arızalanırdı telefonum, kimsenin kartını yutmazdı, kontörünü çalmazdı, ahizeyi kaldırdığında “Hizmet verilemiyor” derdi, o kadar.

Kara kömür, beyaz kış harlanmasında kaynardı suyum, çayı koyardım, demlenene kadar bir koşu telefona giderdim, vardım mı kulübeye acele etmezdim tuşlara basarken, uzun uzun çalsın isterdim, ama her seferinde hemen açardı.

O ses kulağıma değince, sırtımı kulübenin köşesine yaslar, kısa Samsun’u telefonun üstüne koyar, aşkın mukaddimesine mısralar yazardım.

Veresiye şımarmakta üstüme yoktu, “Ama önce sen kapat, yok önce sen kapat, içimizden üçe kadar sayalım, sessizce kapatalım, bak şimdi kapatıyorum ama belki ararım yine, sesi kıs, uyanmasınlar” derken sokaktaki telefonun başında, bayatlardı çay, evdeki kirli mutfakta.

Gece, esmer delikanlımızdı, upuzun...

Kulübemin lambası yazları yanar mıydı bilmem, zaten yaz mevsimini de hiç sevmezdim, kim kimindir, belli değil, kış gibisi var mı anasını satayım, her şey sahipli.

Kulübemdeki lamba kışın yanıyordu, ağzımdan çıkan buharı görüyordum, oradan hatırlıyorum.

Ağzımdan çıkan her kelime buhardan harf oluyordu, bayağı bayağı görüyordum, konuştuklarımı.

Bir de Jonathan Livingson vardı, o da çok yardımcı oldu bana.

Bilirsiniz, hani şu martı yavrusunu uçuran adam, kitabının kapağı da, turkuaz/mavi arası bir şeydi, siyah şeritli, telefon kulübeme benziyordu, aynı renkteydi, Martı’nın kapağıyla, ankesörlü telefonum.

Bir gün aniden ‘bitti’ zannettim.

İstasyona indim, ilk trene bindim, Arifiye’de indim, eskiden arka vagonlar restauranttı, bir daha dönmeyeceğin yerden arka vagonda giderdin, unuta unuta.

Yahu neyi unutuyorsun, bir kere en arka vagona binmişsin, uzaklaştıkça hiç olmazsa yakın olayım diye, unutuluyor mu öyle…

Şimdikilerin böyle adetleri yok sanırım, inzivaya çekilecekleri kulübeleri yok, umurumda da değil zaten, hiç üzülmüyorum, bana ne, mutlu bir adam gibi, ama gibi, yaşlanmaya bakıyorum.

Herkesi, her şeyi hatırlıyorum, “Sana, beni sevme şansını veriyorum” diyen, o kibirli put yıkıldı, iyi de oldu, komik bir puttu o.

Şimdilik dönüyor dünya, çalkalanıyor insan, döndükçe dünya, açılıp kapanan deliklere düşüyor insan, güya kayboluyor, seyrediyorum şimdilik.

(…geçen öyle sallanıp ballanırken, telefonum çaldı, açtım, aynı ses kulağıma değdi, kulağım kızardı, hemen hızlıca üzülüp konuya girelim, diye düşünürken, “Senin telefon kulübeni yıktılar, artık orada değil” dedi.

“Hayır”, dedim, “Yıkmamışlardır, onları yeniliyorlar, yeni modeller takıyorlar, telefon kulübesi yıkılır mı ya, orada o kadar insan konuşmuş, hadi ben neyse de, öyle şey mi olur, kim yıktı, kime ne zararı vardı ki benim telefon kulübemin?!...” dedim.

“Yıktılar, kulübe yok, gelirsin görürsün” dedi.

Önce kızar gibi oldum, kızamadım, gülümsedim, kendi kendime, “Hayır, yıkamamışlar, kulübe olduğu yerde duruyor, yıkılmış kulübe sana ses verebilir mi?” dedim…)

#İnsan
#İstasyon
il y a 7 ans
Yıkılmış kulübe sana ses verebilir mi?...
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle