|
Kalbe değmeyen milli bayramlar

Bu satırları ıstıraplar içinde yazıyorum. Niye bu kadar acı içinde yazmaya çalışıyorum ki! Sanırım duygularımın buğusunu kelimeler üzerinde zaptedebilmek için.

Maltepe Meydanı. Bando sesi duyuyoruz. Kızıma tören mahallini göstermek istiyorum. Benim çocukluğumda 29 Ekimler, 23 Nisanlar ne kadar önemliydi. Provalarımız günlerce sürer, halk ile beraber aslında günlerce kutlamış olurduk gelmekte olan bayramı. Yerli Malı Haftası''nı kutlayıp sahiden sırf yerli malı diye Sümerbank''tan alış-veriş yaptığımız günler. (Yabancı malı kullanmanın görgüsüzlük sayıldığı günler. Ama artık küresel ekonomi çarkının işleyişi yerli malı kavramını da alt üst ediyor. Fransız malları için kampanya bile yapamadık. Yapacağımız kampanyanın kendi vatandaşlarımızı vuracağı endişesi elimizi kolumuzu bağlayıverdi.) Hayatımızdaki hareket dini ve milli bayramlardı. Bayramlar sahiden bayramdı. Milli bayramları da dini bir çoşku ile kutlardık. Sanki dün kurtarmıştık vatanı. Şimdi dört gün dört gece kutluyoruz. Milliliğinden arındırılmış pop starlarla buluşma vesilesi olarak… Ya da daha kötüsü bazıları, bazılarını cumhuriyet düşmanı gibi algılama hakkını kendinde görerek bayramı kin biçme etkinliğine çeviriveriyor.

Tören yerine döneyim. Ben davul ve zurna sesine bile ağlayanlardanım. Ağlamayı öyle hafif iki göz yaşı olarak tahayyül etmeyin. Yanımdakileri iptal edecek kadar çok ağlarım. Yine öyle oldu. Önce sakin sakin dinliyorduk. Aslında çocuklar bir hayli de kötü çalıyordu. Ağlanacak duygulanacak bir durum filan yoktu ortada. Askerler, polisler, devlet memurları, belediye görevlileri, öğretmenler, öğrenciler bezgin bir vazife icabı hükmü altında idiler. Bandonun sesi güm güm.

Ağlamayacağımdan eminim. Bu defa eminim. Ama olmadı. Birden akşam çalıştığım sahne geldi. Fatma Aliye romanı için çalıştığım sahne. Yıl 1912, Şehzadebaşı''nda beş bin kadın toplanıyor miting için. Devrin bütün ünlü kadınları tek tek kürsüye çıkıp, hemcinslerini vatanı kurtarmaya davet ediyor. Fatma Aliye''den Nakiye Hanım''a, Halide Edip''e, Prenses Nimet''e kadar bütün kadınlar.

Kim inanır bandonun sesi beni 1912''ye götürdü desem... Dün gece okuduğum satırlar yüzünden bir türlü uyku tutmadı desem. Balkan vahşetini okumaya gücüm yetmedi desem. Dün ninelerimiz Şehzadebaşı''ndaydı. Vatan elden gidiyor diye süslenmekten, güzel olmaktan vazgeçmiş ninelerimiz, dün geceden beri yüreğimde mahkum kaldı desem, kim inanır!

Gözyaşım sel. Bir yüzbaşı görüyor. Bu kadın niye ağlar ki. Bir an göz göze geliyoruz. Acelesi var. Aklının bende takılı kalacağını ifade eden bir bakışla bakıyor. Onun ilgisini atlatmışken, bu defa bir polis görüyor. Polis bir bana bir de etrafa bakınıyor. Acaba bir olay mı oldu? Densizin biri belki de bir laf söyledi diye düşünüyor. Dönüp ben de meydana bakıyorum. Benden başka başörtülü görünmüyor. Polisin tedirginliğini anlıyorum.

Tören alanını terk ediyoruz.

Yol boyunca kızıma neden ağladığımı anlatıyorum.

Dönüşte yine tören alanından geçiyoruz. İlköğretim çocukları gelmiş. Beni ağlatan marşlar, onlara oryantal hareketler yaptırıyor can sıkıntısıyla. Bir an önce gitmek istiyorlar. Gidip internet oyunlarına, tv dizilerine teslim olmak. Bayram onların kalbine değmiyor! Kızabilir miyiz? Hayır! Dini muhtevasından arındırılınca, millilik tek başına varlık alanı bulamıyor. Bu düşünceler eşliğinde onlara bakayım derken ayağım bir çukura düşüyor. Burkularak. Ama ne acı. (Yazının başında bahsi geçen acının sebebi bu işte.)

Bilmiyorum bu satırlara Mehmet Barlas yine “dokundurur” mu? Bendenizi katı laikçilerin safına katıvermiş, 27 Ekim''de yayınlamış olduğum yazı münasebetiyle. Kendi tezini imha edecek bir acelecilikle üstelik. Yanlış anlamaları engellemek için kısa bir izah yapayım. Güzel kadınlara, güzelliğe karşı değilim. Yazdığım satırların son günlerde polemik konusu olan “köşe yazarı güzel kadınlarla” ilgisi yok. Kamusal alanda hizmet alırken ve hizmet verirken “güzelliğin” işgal ettiği alana itirazım var. Nasıl canımızı teslim edeceğimiz cerrahın bilgili ve tecrübeli olmasını önceliyorsak; köşe yazarlarının da önceliği, bilgisi, birikimi, olayları analiz ve tahlil kabiliyeti ve elbette dili üzerinden olmalıdır. Bütün bunlara ilaveten güzel de oluyorsa ne ala. Ama ben güzellikten bir iklimi anlıyorum. Ölçülü, biçili, standarta oturmuş tescilli güzelliği değil.

Bu vesile ile Mehmet Barlas Bey''in 29 Ekim''ini kutluyorum.

17 yıl önce
Kalbe değmeyen milli bayramlar
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle