|
Boş bakracın ağırlığı
Kavramların hayatlarımızı anlamlandırmada tek başına yeterli olduğunu sanıyoruz. Oysa bu zamanda bizim onlardan

anladıklarımızla, kavramların aslî muhtevası çoğu zaman birbirine yakın bile olmuyor. 'Aşk' dediğimiz şey, kısa metrajlı duygusal bir kronolojiye, bir 'Sevgililer Günü' etkinliğine dönüştü mesela. 'Dostluk'tan anladığımız, menfaatler bir olduğu sürece devam eden bir yol arkadaşlığı daha ziyade. 'İletişim'i internet bağlantısı ve dijital tuşlar olmadan düşünemiyoruz bile. 'Muhabbet'in geyiğe saranı makbul bilumum ortamlarımızda. 'Dava' deyince bir tür güncel rutin konumlanma durumu geliyor aklımıza. 'İdeal', çocuklarımızın test sonuçlarıyla ilgili iyi ya da kötü durumlardan ibaret... 'Varlık düşüncesi' dendiğinde, bundan servet kaygısından daha başka bir anlam çıkaran pek yok artık. 'Kimlik' dendiğinde, eskiden nüfus cüzdanı dediğimiz şey kastediliyor daha çok. 'Kültür', birilerinin sponsorluğunu üstlendiği her tür sıcak salon etkinliğinden oluşması beklenen bir şey... 'Sanat', kendine piyasa arayan çeşitli faaliyetlerin genel adı haline geldi. 'Medya' haberdar eden değil, zihin oluşturmaya çalışan bir güdüm endüstrisi... 'Bilinç', sahip olduğumuzu sanmakla en büyük yanılgıya düştüğümüz, düşürüldüğümüz şey... Kendimize kavramların gerçek anlamlarından ne kadar uzak bir hayat kurduğumuzun yazık ki farkında değiliz; çünkü o kavramları belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hayatın içinde tutuyor, hiç durmadan aramızda dolaştırıyoruz. Eksik olan kavramların kendileri değil yani, anlamları... Gerçek anlamlarından mahrum edilmiş durumda bizim kavramlarımız... Dirayetsizce, usulsüzce, fikirsizce içlerine tıkıştırdığımız anlamsızlıklarla malûl hepsi... Olmasalar, belki çıkıp arardık kavramlarımızı. Olduklarını sanmakla yanılıyor, her gün, her an, hiç ara vermeden, kendi ellerimizle kazdığımız çukurlara düşüp duruyoruz.


“Aynı kelimelerle yürüdüğümüz bütün o sokaklar” dedi beyaz saçlı adam kaygıyla, “hiç o eski meydanlara çıkmıyor sanki artık!”



Acımasızca bölünmüş bir hece gibiydi; iki parçaydı ve her ikisinin de kendine yetecek bir anlamı yoktu.



“Özveri hiçbir yerde çiçeklenmiyor; ne yüksek ağaçlarda ne de çalılıklarda. Bütün dünyaya kölece düşünceler egemen olmuş, uçurumun kenarlarına kadar yaşamın tozuna kızgın bir tutkuyla sarılıyorlar. O da dağılınca, insanların hala ot parçalarına tutundukları ve tırnaklarını çamura sapladıkları görülüyor” diyor Henrik İbsen, yaşadığı zamana bakarak kaygıyla.



Gelecek adına içinde heyecan taşımayan ve geçmişle yüzleşmeye cesareti olmayan insanlar gibiydiler. Aslında bütün zamanı içinde barındıran o sonsuz 'şimdiki zaman', içine sıkışıp kaldıkları bir hapishane gibi korkunç görünüyordu onlara artık.



“Bazen içime bir fikir doğuyor” dedi solda oturan. “Ben galiba en başta bir fikrin içine doğmuşum” dedi gülümseyerek sağdaki.



Bir çiçek rengini, kokusunu, neşvesini biriktirmez, çünkü çiçektir o, güzelliği gelip geçmez onun, her an içinde heyecanla tomurcuklanır durur.



Mevsimin en çorak vaktinde dahi, içinin bahçelerinde bin bir türlü çiçek açan insanlar da var.



“Toprağa tohum gerek amma” dedi meczup, “tohuma da toprak gerek, unutma!”


#Meczup
#Sevgililer Günü
7 yıl önce
Boş bakracın ağırlığı
Arap Baharı’nda on yılın bilançosu: Demokrasinin dostları ve düşmanları
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir