|
Olmak ya da olmamak

Bu gazetenin on üç yıllık yayın ömrünün önemli bir bölümünde okumakta olduğunuz bu köşede yazılar yazdım. Bu gazeteyi ellerine alanlar arasından sabrı yetenler haftada yedi gün, beş gün, dört gün, üç gün, iki gün, sabrı yetenler periyodu ya da sayfası değişse de, tabiatı çok fazla değişmeyen yazılarıma muhatap oldular, okur oldular ya da maruz kaldılar. İlk günden beri içimde hep bir kaygı taşıdım: Kendi içimden geçeni mi yazmalıyım, kendi dünyamı mı ifade etmeliyim, yoksa kafamda ortalama bir okur profili oluşturup ona uygun bir yazar mı olmalıyım? Önceleri dikkatimi çok fazla dağıtmayan bu küçük kaygı, bugün, geçen zaman içinde medya zihniyetinde yaşanan büyük değişimin (kimileri gibi ben de buna erozyon diyorum) etkisiyle giderek büyüdü, büyüyor.

Başkaları için bu problem rahatlıkla aşılabilecek bir problem olabilir. Ancak benim için durum biraz farklı... Neden farklı? Çünkü ben ortalamaya çok yakın duran bir insan tipi değilim. Bunu kendimi karalamak ya da kendime payeler kazandırmak için söylemiyorum. Bunun bir erdem olabildiği kadar bir eksiklik, bir arıza da olabileceğinin farkındayım. Toplumsal olana yakın olmak, sosyal gerçekliğin içinde yaşamak ya da kendi kişiliğinin sosyal potada eritilip aynılaştırılmasına karşı durmak... Bugünün zamanında karşımızdaki en dramatik yol ayrımlarından biri bu... Önünde beyaz bir kağıt, aklında kelimeler olan biri için çok da bekletilemeyecek bir tercih noktası...

Açıkçası bir gazetede yazı yazmaya başladığım günlerde çok daha az kafama taktığım bir şeydi bu. Bu durum, zamanlar daha rahat davranan, daha az şeyi kafasına takan bir adam olmamdan kaynaklanmıyordu, zaten öyle de değildim. Bana kalırsa değişen, gazete-okur ilişkisindeki zihinsel bağların farklı bir zeminde yeşeriyor olmasındandı. Bu tespit doğru ise, bu kaygının bugüne büyüyerek, irileşerek, kocamanlaşarak gelmesi de bir açıklamaya kavuşmuş oluyor. Eğer bir tür sosyal çevre olarak tanımlayabileceğimiz gazete-okur bütünlüğüne dahil olarak değişime uyum sağlayabiliyor olsaydım, bugün işin tabiatı gereği bu kaygıları taşıyor olmayacaktım. Taşıyorsam, demek bu sürecin içinde genelle ilişkimde bir kırılma yaşamışım.

Şimdi o tercih noktasına geri dönelim: Bu köşenin içindeki satırları karalayan kişi olarak ilgi duyduklarımla, duymadıklarımla, ciddiye aldıklarımla, almadıklarımla katıksız kendim mi olacağım, yoksa kendimi kitlesel temayüllerin tornasına mı bırakacağım?

İkinci şık bana asla olabilirmiş gibi gelmiyor ve fakat zihnimi de terk edip gitmiyor! Korkarım, şartlar ve ben ısrarlarımızı karşılıklı olarak sürdürürsek buradan şizofrenik kokular gelmeye başlayacak. Bunun bir iyi, bir kötü sonucu olabilir. Bir şizofren, çift kişilik sahibi olmanın avantajını kullanarak olduğundan çok daha renkli bir insan haline gelebilir, bu sizin açınızdan iyi sonuç... Kötü sonuçsa şu: Bir şizofren, zamanın herhangi bir yerinde bir an, size de inandırıcı gelirse, artık sizin için hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Şaka bir yana... Bir yazı yazmak için cümleler kurmak gerekiyor. Cümleler kurmak içinse düşünmek... Sürekli yazmak durumunda olanlar düşünmeyi alışkanlık haline getirmek zorundalar. Bu sürekli okuyanlar için de böyle...

Hem düşünmek, hem de artık deli bir akışkanlık kazanmış bulunan sosyal süreçlerin içinde olmak... İki şeyi bir arada yapamayanlar için bu çok zor artık!

17 yıl önce
Olmak ya da olmamak
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle