1988 yılında bir süreliğine İzmir'deki bir fakültede “zorunlu” olarak bulundum.
İşimi gücümü ve yaşadığım şehri terk etmiştim. Bu nedenle normal öğrenciler gibi babasından rahat rahat harçlık isteyebilen değildim. Elimdekini avucumdakini bir yıl boyunca yetirmek durumundaydım.
Bunun anlamı şuydu: Günde 3 öğün yemek yersem param 3 ay bile yetmeyecekti. Ev kirası ya da yurt parasından arta kalan parayla yaza ulaşmam zordu. Babamdan para istemeyeyse yüzüm hiç yoktu.
Neyse…
Okula kayıt yaptırdım. Yerleştiğim bir öğrenci evinden bir gece vakti
deyip çekip gittim.
İnciraltı'ndaki devlet yurduna bavulumu attığımda bitkindim.
Gel zaman git zaman birkaç okul arkadaşım oldu. Onlardan bir tanesi okula yakın bir yerde
yapan birinden bahsetti.
diyordu. (“Hurdacının sofrası mı olur” diye düşünmedim desem yalan olur.)
Bir gün zorla koluma girdi, okulun iki alt caddesindeki hurda dükkanına gittik.
Apartmanların arasında tek katlı neredeyse yıkılmaya yüz tutmuş bir metruk binanın kocaman avlusunda kağıt, karton, demir, plastik ne kadar hurda varsa etraftaydı.
O hengamenin ortasında ayakta saçlarına tek tük beyaz düşmüş, siyah sakallı çatık kaşlı biri vardı.
Arkadaşım, “Selamün aleyküm” diyerek ses verdi.
“Ve aleyküm selam gençler hele gelin” diye karşılık verdi ayaktaki adam.
Hurda dolu bahçeye girdiğimizde çatık kaşlı adam, “Aman dikkat edin, bir yerinize bir şey batmasın” diyerek gülümsedi.
Hurdaya çıkmış taburelerden birini alıp oturduğumda önümüze konan sehpanın üzerinde geçmiş tarihli bir gazete örtülüydü.
Arkadaşım beni tanıttı. Çatık kaşlı, siyah sakallı adam, tekrar ayağa kalktı, beni çok güçlüce sımsıkı tuttu sarıldı. (Yıllar yılı da hep öyle sımsıkı sarıldı)
Adı
'di. Her hurdacı gibi o da Niğdeliydi. 12 Eylül öncesinin Akıncılarındandı. Derdi vardı. Derdi derdimdi.
Oturduk. Hal hatır sorduk. Derken
” diyerek arkadaşıma para uzattı.
Ekmekler sıcak sıcak geldiğinde, sehpanın üzerindeki gazete kağıdının üstüne zeytin, peynir, domates çoktan konmuştu. Bir de hiç unutmuyorum tavada 3 de yumurta kırılmıştı.
O günden sonra neredeyse her iki haftada bir Mehmet Eker abinin hurdalığına hem de tam öğle saatlerinde yolumu düşürdüm. Hem onu ziyaret ediyordum hem karnımı doyuruyordum.
O yıl öylece geçti. İzmir'den birinci ayrılığımı yaptım. Sonra yıllar geçti, ikinci ayrılığımı da yaşadım. Eski şehrime döndüm; ardından İstanbul'a yerleştim.
İzmir'den kurtulduktan sonra da… Çoluk çocuğa karıştıktan sonra da Mehmet abi ile her vesile yolumu kesiştirdim. O açlık günlerimde onun sofrasından nasıl nasiplendiğimi her seferinde anlattım.
Sadece ben değil, o hurda dükkanından ne gariban çocuklar geçmişti yakinen şahidim.
Düğünüme de geldi, oğlumun sünnet düğününe de… Ara sıra arar, “Günlük tartışmalar bir tarafa seni Allah için seviyorum Hasan, gelinime de selam söyle” derdi.
Yaklaşık 2 ay önce telefonum çaldı. Arayan Mehmet abiydi.
dedi. Eşime ve çocuklara yine selam söyledi.
***
Mehmet abi ile İzmirli dostlarım arasında yıllar içerisinde “siyaseten” farklılıklar oldu. Hatta bir kısmıyla aralarında küçük tartışmalar, kırgınlıklar yaşandı. Ben de eleştirdim kendisini bazı konularda.
Lakin bütün her şeye rağmen Mehmet abi, son tahlilde benim için “gariban babası”ydı ve kendi garibanlığına bakmadan onlarca öğrencinin kursağına birkaç lokma geçirendi.
Dün sabah henüz daha uykumu tam açmamışken cep telefonuma şöyle bir mesaj düştü:
Mehmet abi, köyüne ziyarete gitmiş. Dün de kalp krizi geçirip ahirete göçmüş. Mesajı gönderense sevgili kardeşim Mücahit Eker. Mücahit İstanbul'a okumaya geldiğinde Mehmet abi arayıp “Benim toruna sahip çık” demişti unutmuyorum.
Bugün Mücahit iyi bir gazeteci. Mesajdan da anlayacağınız üzere iyi bir mü'min iyi bir torun.
***
Onlar birer birer gidiyorlar.
İlk önce Osman abi gitti ahirete, bir trafik kazasında. Bahattin abi, Mehmet abi ve dostlarla uğurladık ahirete.
Sonra
İki kez kıldık cenaze namazını Bahattin abinin Fatih Camii'nde.
Bugün de
Onların bize öğrettiklerini hayat felsefemiz yaptık.
Bir garibanın kursağından bir lokma geçsin için…
Mazlumlar boynunu bükmeden yürüyüp gitsin için…