Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber, birçok mesleğin yıpranma payı arttı. Bunlardan biri de gazete yazarlığı. Siyaset zaten yıpratıcı bir uğraş. Fakat o da bu durumdan fazlasıyla payını aldı.
Geçmiş yıllarda, gazeteler genellikle editörler üzerinden dönerdi. İyi bir editör en az on yılda yetişiyor. Şimdi kimsenin o kadar vakti yok.
Okunma tıklanmaya dönüşünce, iş başka bir yere vardı. Merak uyandırıcı başlık yetiyor. Buna karşılık, yazıyor ama kitaplaştıramıyor. Nedeni malum.
Sosyal medya, terazimizin hassas ayarıyla da oynadı, oynuyor. Bir kişinin ayıbını, günahını, hatasını binlerce insanın üstüne yüklemek isteyenlerin sayısındaki artışa dikkat edin. Şunu diyorlar, diyoruz:
Bilgi edinmek için değil de açık aramak için metinlere yaklaşanların sayısı neden bu kadar çoğaldı? Ufacık bir hatayı bekleyen nice insan.
Ayet ve hadislere dahi 'bence' diye yorum yapan arkadaşlarımız, kardeşlerimiz var.
Nurettin Topçu'nun Vefa Lisesi'nden bir talebesiyle tanışmıştım. Hocasıyla ilgili bir hatırasını anlattı. Talebelerden biri, konuyu anlatmaya “bence” diye başlıyor. Sonrasını yazmayayım. Yeterli.
Dergimizin mayıs sayısında Doç. Dr. Asım Cüneyd Köksal'la güzel bir söyleşi yaptık. Konuşmasından bir bölümü özetleyip alayım:
Yanlış anlaşılmasın; düşmanlıktan arınmış eleştiriye, fikirlerin usulünce söylenmesine ve yorum yapma hakkına elbette evet.
Bir iş yaparsanız. Yazıdır, şiirdir, dergidir veya başka bir şeydir. Başlangıçta on kişiye ulaşır. Onlardan biri sizden hazzetmez, ortaya çıkardığınız eseri önemsemez vs. Yürüyüşünüz devam ettikçe, yaptığınız işler daha fazla insana ulaştıkça, oran da ona göre artar. Yüzde on, binde yüz. Bu normal. Hatta sağlıklı bile diyebiliriz.
Hakikat şudur:
Kendi gidip de adı ve eserleri kalanlara bir bakalım. Bunlar sonradan kıymetli olmadılar. Hayatta iken olup bitti her şey. Sezai Karakoç gibi, İsmet Özel gibi, Mustafa Kutlu gibi.
Yine Yahya Kemal üzerinden gidelim. Böyle iyi oluyor.
Turgay Fişekçi'nin Memet Fuat'la ilgili yazısından: Kaynak dergisi Yahya Kemal'le ilgili bir soruşturma açmış, genç kuşak yazarlar da verdikleri yanıtlarla kendisini yeriyorlar. Nâzım (Hikmet) oğlunu uyarır: 'Aman oğlum, bunlar çok büyük sanatçılar, bütün o sözleri söyleyenler unutulup giderler, Yahya Kemal gene dimdik ayakta kalır. Sonradan pişman olacağın şeyler söyleme bu çapta ustalar için.' (Arı Bakış, Adam Yayınları, sayfa 190.)
Buradan nereye geçelim? Evvela şunu diyelim:
Şimdi, sosyal medyada, küçüklerin büyüklere 'ayar vermeye' kalkıştığına şahitlik ediyoruz. Hem de her alanda. Ayar neydi? Sözlükten: 'Doğruluk durumu. Kıymet ölçüsü.'
Halden anlamayan, düşünmeden konuşan, anlık gelişen, önyargılardan beslenen bir dil bu. Aşırılığın belirleyici olduğu.
Bizim nesil kâğıt ve kalemle büyüdü. Sevdiğimiz yazarları okurduk.
Kâğıdın kokusu, özenle kesilen gazete kupürleri, bir köşesine yazılan tarihler. Bunlarla dolu kutulardan birini açıp baktım. Sararmış kâğıtlar, solmuş fotoğraflar. Adeta beraber yaşlanmışız. Ne güzel bir ifade: 'Zamana bağlı sararma.'
Yazı biraz dağınık mı oldu? Bence de.