|
Benim kıymetimi bilmiyorlar
'Senin kıymetini bilmiyor' kalıp cümlesinden başlayalım. Gönül ilişkilerinin ya da iş ortamlarının kaçınılmaz cümlelerinden biridir bu. Taraflardan birinin yancısı, o eşsiz anda yavaşça sokulup patlatır cümleyi: 'Boş ver. O senin kıymetini bilmiyor.'

Bu cümle kurulduğu anda aslında iki durum kabul edilmiş olur. Birincisi şu: 'Sen çok kıymetli, önemli, değerli birisin.' Ve ikincisi de şu: 'Sen çok kıymetli, önemli, değerli birisin. O ise senin bu özelliklerinin farkında olmadığı için sersemin, aptalın, mankafanın teki.'

'Senin kıymetini bilmiyor' cümlesinin, cümlenin kurulduğu şahıs bakımından muazzam bir güvenlik alanı oluşturduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Suçu, o suç her neyse, karşı tarafa ustaca atıp bütün sorumluluklardan kaçmanın şahane bir yoludur bu cümle. Meseleyi 'pay etmek' yerine 'pas geçmenin' bir biçimidir.

Bilhassa ergenlik ve gençlik döneminde yürütülen gönül ilişkilerinin kilit cümlesidir 'senin kıymetini bilmiyor' cümlesi. Bu aynı zamanda 'bırak şunu, bak şurada başka fırsatlar var, onları dene' demenin de bir diğer halidir.

Yine de bu cümlenin masum, özgüven ve duygu-durum onarıcı bir yanı vardır. En nihayet, kendini suçlayıp heder eden birinin kulağına eğilip 'senin kıymetini bilmiyor' diye fısıldamanın iyileştirici bir tarafı olduğu bile söylenebilir. Artık bitmekte olan bir ilişkinin bitmesini hızlandırmak için birkaç doz kullanılabilir. Yeter ki bu cümlenin kendisine kurulduğu şahıs, kendinde gerçekten bir değer, bir önem, bir kıymet olduğunu vehmetmesin.

Şimdi geldik işin ek yerine. 'Senin kıymetini bilmiyor' cümlesinin 'sen'i de çok berraktır, 'bilmiyor'u da. Yani gerçek bir 'şahıslar arası ilişki'yi tanımlar bu cümle. Oysa, bu cümlenin özne ve muhatap değiştirmiş hali, işleri oldukça karıştırır. Nedir o hal? Şudur: 'Benim kıymetimi bilmiyorlar.'

Elimize epey soru verir bu cümle. İlki tabii 'sen kimsin?' sorusudur. Ardından 'kıymetin nedir?' ve 'kıymetini bilmeyenler kimlerdir?' soruları gelir. Ve tabii ki 'kıymetini bilmeyenler, sana ne yaparak kıymet bilmezlik ediyorlar' sorusu.

Bir marangozun, bir elektrik ustasının, bir perdecinin kolay kolay 'benim kıymetimi bilmiyorlar' dediğini duyamazsınız. Çünkü becerileri çok net ve somuttur. Yapabildikleri de yapamadıkları da bellidir. Bu cümle daha çok sanat, edebiyat, siyaset ve medya gibi alanlarda dolaşımdadır.

Birey, muhatabını ve kıymeti bilinecek yeteneklerini belirsizleştirerek tuhaf bir düşmanlık üretmeye başlar. Kendisini 'kıymeti bilinmeyen biri olarak' konumlandırdığı için giderek agresifleşir. Tepkileri tuhaflaşmaya başlar. Saldırganlaşır. Giderek içine düştüğü o tuhaf tuzak, bir sarmal haline dönmeye başlar: 'Beni niçin kimse fark etmiyor?' diyerek çıktığı yolda yalnız, tuhaf, durmaksızın komplo üreten bir canavara dönüşür.

Doğrusu, bu yıpratıcı duygunun en çok zarar verdiği insanlar, az ya da çok kabiliyetli insanlardır. Kendi kabiliyetlerine yakın kabiliyette insanların kendisinden daha iyi şartlarda yaşadığını, onlara kendisinden daha çok kıymet verildiğini, onların kendisinden daha çok önemsendiğini düşünerek yavaş yavaş cinnetin kıyılarında dolaşmaya başlar bu karakter. Burada Allah, kader, kaza ve benzeri inançlar da devreden çıkar. O lanetli, pis cümle dolaşımdadır çünkü: 'Benim kıymetimi bilmiyorlar.'

Bu sarmala düşen bünyenin ulaşacağı sonraki aşama kibirdir ki şeytanın en sevdiğidir. Yapıp ettiklerinin son derece değerli olduğunu düşünmenin yanı sıra başkalarının yapıp ettiklerinin de hiçbir işe yaramayan, çöp hükmünde şeyler olduğunu düşünme aşamasıdır bu. İşte burası gayya kuyusudur. Zira buradaki 'haklılık ve üstünlük pozisyonu' bir türlü bireyin arzu ettiği 'kıymet bilme' durumuna dönüşmez. Beklenen dönüşüm gelmedikçe de 'benim kıymetimi bilmiyorlar' diyenin yavaş yavaş delirdiğini, kafasında görünmez bir huni ile dolaştığını görürüz.

Anlattıklarım çok soyut kaldıysa mesela Abdüllatif Şener'i, İdris Naim Şahin'i, İhsan Eliaçık'ı falan getirebilirsiniz gözünüzün önüne. Manzara netleşecektir.

İnsan yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görür

Kızımla epeydir beklediğimiz o filme, Küçük Prens'e gittik. Doğrusu, bu animasyonun da bütün diğer edebiyat uyarlamaları gibi başarısız bir deneyim olacağını düşünerek oturdum sinema koltuğuna. İyi ki yanılmışım. 1,5 saat boyunca küçük bir kızın gözünden Küçük Prens'i tanımak güzel bir seyirlik oldu benim için.

Aslında bir Hollywood animasyonu gibi başlıyor film. Ortalarda Küçük Prens falan yok. Annesi tarafından bir koleje kaydedilmek için muazzam şekilde disipline edilen bir kızın öyküsü bu. Durmadan saati görüyoruz. Durmadan vaktin farkına varmamızı, saati görmemizi istiyor yönetmen Mark Osborne. Bu farkındalığın yanına hem anne ile kızın durmadan tekrarlanan yaşam düzenini hem de şehrin kendisine mahsus basmakalıplığını yerleştiriyor.

'Yeter artık, Küçük Prens nerede?' diye sorduğumuz noktada animasyonun tadını da değiştirerek devreye giren Küçük Prens imdada yetişiyor. Sonrasında, tadına doyum olmaz paralel iki öyküde buluyorsunuz kendinizi. Çünkü o saat o koldan çıkıyor artık. Zamanın kayıt altına alınması önemini yitiriyor.

Bir taraftan çocukluk ve yetişkinlik arasındaki farklılıkları çocukluk lehine anlatmak, diğer taraftan da çocukların anlayacağı şekilde sert bir modern sistem eleştirisi yapabilmek kolay iş değil. Ancak Küçük Prens, bu iki işin üstesinden de büyük bir başarıyla gelmiş.

'İnsan yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görür' diyerek asıl ve büyük golünü atan filmin bir diğer avantajı da çocuklarla yetişkinlerin aynı anda izleyebileceği bir vasatı yakalayabilmiş olması.

Unutulmasın, son tahlilde yine de bir Hollywood animasyonundan söz ediyoruz. Tamam, en güzel örneklerinden biri; ama yine de bir Miyazaki değil elbette.
#Miyazaki
#özgüven
#kıymet
9 yıl önce
Benim kıymetimi bilmiyorlar
Korku zamanı
Boykotta kafalar neden karışık
Kimin enflasyonu
Terör örgütü elebaşı olarak İsrail portresi…
Hamas’ın ateşkesi kabulü ve İsrail’in Refah Operasyonu