|
Sınav günü

Herkese semtine çok yakın bir okul çıkmışken bana uzakta bir lise denk gelmişti. Ulus’ta, İlk Meclis Binası’nın arkasında bir yer.

Heyecanlı mıydım? Hayır. Kaç soru cevaplarsam cevaplayayım tercihlerimin tamamına İstanbul yazacağım nasılsa kesindi. Niçin böyleydi bu? Çünkü hem Ankara’nın atmosferinden kurtulmak istiyor hem de İstanbul’daki edebiyat çevrelerine sızmanın bir yolunu bulurum diyordum kendi kendime. Hangi fakülte olursa olsun nasılsa bitirir ve bitirdiğim bölümün bana sağlayacağı işi nasılsa yapmazdım. Şair, yazar, kitapçı, editör. İdeal mesleklerim bunlardı. Dolayısıyla tercihlerimin arasında epeyce edebiyat fakültesi ve epeyce iletişim olacaktı.


Sınav gecesi rahat bir uyku çektim. Sabah annem ortalamanın biraz üzerinde bir kahvaltı ve mebzul miktar hayır dua ile yolladı beni sınava.

9. Durak’tan otobüse bindiğimde sert bir ağrı ‘cız’ edip geldi yerleşti başımın varlığını daha önce bilmediğim bir yerine. Ağrı dediysem öyle böyle değil. Zannedersin kafamın içinde iş makineleri hafriyat yapıyor, bütün Türkler de işi gücü bırakmış manzarayı izliyor.

Stadın karşısındaki durakta inip sınava gireceğim okula yürüyene kadar iyice arttı ağrı. Okulun kapısından girerken de ağrının hemen sağına bir panik gelip yerleşti: ‘Ya İstanbul’u kazanacak kadar soru çözemezsem.’

Panik ağrıyı, ağrı paniği tetikledi. Başımın içindeki iş makineleri çalışma hızlarını artırıp ense kökümden aldıkları kumları baş döndürücü bir tempoyla alnıma dökmeye başladılar.

Sınıfı buldum, sırama oturdum.

Cevap sıralamamı aylar öncesinden belirlemiştim. Önce Türkçe, ardından felsefe grubu, tarih ve coğrafya… Çözebileceğim, ‘ben bunu çözerim’ diyeceğim tüm matematik soruları da en sona. Nasılsa biyoloji, fizik ve kimyadan ebediyen kurtulmuş durumdaydım.

Sınavın başlamasıyla birlikte başımdaki karmaşa çılgınlaştı. Bu kez iş makineleri kaybolmuş, binlerce yılkı atı birbirinden bağımsız istikametlere koşturmaya başlamıştı.

15 dakika boyunca sorulara baktım. Hiçbir anlam ifade etmediler. Ardından sınav gözetmenini çağırdım. Bir ağrı kesici istedim. Adamcağız iyi biri çıktı. Onda yokmuş ama diğer gözetmenden aldı geldi. İçtim.

Bir 15 dakika da öyle geçti. Atlar biraz yavaşladılar. Sınavın otuzuncu dakikasında ilk sorumu cevapladım.

Herhalde altı ya da yedinci soru ‘sanat toplumun önünden gitmeli, çoğunluğu dikkate almamalı’ falan gibi bir palavra ile ilgiliydi. Sonradan hayatımı o palavra ile mücadele ederek geçirmeye tam olarak o an karar verdim. ‘Toplumun önünde ya da arkasında değil, tam yanında olacağım, toplumdan biri olacağım ulan size inat’ diyerek kavga ettim cümleyle.

Sonraki 2,5 saat boyunca sınav denilen meselenin ne saçma ne budalaca olduğunu da düşündüm bir yandan. Atlar bir süre sonra iyice sakinleştiler.

Çıktım. Dünyanın en zor nefesini aldım. İstanbul hayalimle vedalaşmanın acısını ta iliklerimde hissettim; ama hayır, ağlamadım. Sadece sınavdan bir cümle gelip takıldı aklıma: ‘Sevdamın avucunu bastırıyorum geceye.’

Nedense otobüse binip eve dönerken bir cümle daha: ‘Bihruz Bey, yarım yamalak bir öğrenim görmüş, yirmi üç yirmi dört yaşlarında bir gençtir.’

‘Lan oğlum İsmail, aha oldun Bihruz Bey’ dedim kendi kendime.

Öyle olmadı ama. İyi eğitim aldığımı söyleyemem elbette, ama 23-24 yaşıma geldiğimde bu dünyanın en sevdiğim şehrinde, İstanbul’da birinci sınıf bir serseriliğin koynundaydım. Sınav, zannettiğimden iyi geçmişti. Yine de bütün sınavlardan nefret ediyor, bütün şiirleri seviyordum. O yaşımdan bu yaşıma hiç değişmedi bu.


#Türkiye
#Sınav
7 yıl önce
Sınav günü
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle