|
Zap suyuna köprü
Osman S. Arolat, 60'lı yıllardan beridir gazetecilik mesleği ile uğraşmış, dönemin güçlü Ant Dergisi'nde yer almış, haber ajansı açmış ilginç bir isim. Arolat'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan 'Babiali Anılarım' isimli kitabı, özellikle 60'lı ve 70'li yılları anlamak için büyük bir fırsat sunuyor okura.

Arolat'ın, İstanbul'a yapılacak Boğaz Köprüsü konusunda anlattıkları oldukça ilginç. Dönemin İTÜ Öğrenci Konseyi, yapılması planlanan köprüye 'hayır' diyor beklenebileceği üzere. Tabii bazı solcu profesörler ve dönemin Mimarlar Odası Başkanı Demirtaş Ceyhun, derhal bu girişime destek veriyorlar.

Konsey, köprüye 'hayır' demenin yeteri kadar dikkat çekici olmayacağını düşünüp flaş bir eylem de yapmak istiyor. Ve akıllarına, o köprü olmadığı için pek çok can alan Zap suyunun üzerine bir 'Zap Suyu Gençlik Köprüsü' yapmak geliyor. Bunun için dönemin Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi'ye gidiliyor. İpekçi, bu projeyi seve seve ve sonuna kadar destekleyeceğini söylüyor büyük bir heyecanla.

Gönüllü solcu gençler, Prof. Tayyar Tayyar'ın statik hesaplarını yaptığı bir köprüyü inşa etmeye başlıyorlar Zap suyunun üzerine. Bir yandan 'Boğaz Köprüsü'ne hayır' diyen solcu gençler, diğer yandan bir başka köprü inşa ederek bu karşıtlıklarını pekiştiriyorlar. Bu sürecin tamamında Milliyet Gazetesi'nin iki önemli ismi, Halit Çapın ve Mete Akyol da köprü ile ilgili haberleri günü gününe ulaştırıyorlar okurlarına. Zap suyuna köprü, Türkiye'nin en önemli gündem maddelerinden biri haline geliyor.

Köprünün yapımı tamamlanıyor. Aralot'ın burada kurduğu cümle önemli: 'Sonraki yıllarda nasıl olduysa oldu, o köprü yapımında yer almayan Deniz

Gezmiş'in adı öne çıktı. Birçok kişi, 1999 yılında bilinmeyen kişilerce dinamitlenerek yıkılana kadar bu köprüyü Deniz

Gezmiş Köprüsü adıyla andı.

Şimdi burada duralım. Boğaz Köprüsü'nün yapımına karşı çıkan solcu öğrencilerin dört temel gerekçeleri var. İlk olarak su altı ve su üstü ulaşım imkânlarının alternatiflendirilmesini daha doğru buluyorlar. İkincisi, Boğaz'a bir köprü yapıldığında derhal başka köprülerin de yapılacağını öne sürüyorlar. Üçüncüsü bu köprünün kısa zamanda yıkılma ve çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını savunuyorlar. Dördüncüsü ise bu köprüye yapılacak yatırımın Anadolu'ya yapılmasının daha doğru olacağını düşünüyorlar.


Bu dört gerekçe de, bu gerekçelere katılır ya da katılmazsınız, doğru düzgün gerekçeler bana kalırsa. Gerçi, köprünün yıkılmadığı da, 20 yıl boyunca Boğaz'a başka köprü yapılmadığı da anlaşılmış durumda; ama olsun. Neticede, temel bir takım kaygılar üzerinden yürütülen bir kampanya olmuş 'köprü karşıtı kampanya.' Hele dönemin şartları düşünüldüğünde o köprüye harcanacak paranın Anadolu'ya harcanması gerektiği fikrini de oldukça haklı buluyorum.

Peki, dönemin en önemli gazetesi ve gazetecisi bu kampanyaya kayıtsız şartsız destek verirken, Zap suyuna yapılan köprüyü her gün çarşaf çarşaf yayınlarken bu temel kaygılarla mı hareket etmiş dersiniz?

İşte burada bir kez daha duralım ve Osman S. Arolat'ın satırlarını okuyalım: 'Yıllar sonra, Milliyet'in verdiği desteğin, köprü yapımının Boğaz sırtındaki evine zarar vereceğini düşünen gazetenin patronu Ercüment Karacan'dan kaynaklandığını öğrendim.'

Türkiye'ye ve Türkiye'nin medya ahlakına hoş geldiniz. Beyefendinin birinin Boğaz'daki yalısına bir halel gelmesin diye seferber edilen muhabirler, gazeteciler, genel yayın yönetmenleri dünyasına safalar getirdiniz.

Arolat'ın anlattığı hikâyeden bugün için çıkaracağımız dersler konusu bir başka mesele elbette. Ben sadece, Derin Ekonomi Dergisi'nin bu sayısında yer alan bir yazıyı dikkatinize sunmakla yetineyim.

Halil Aktaş imzalı yazının başlığı 'Aydın Doğan'ın HDP projesinin arkasındaki Kürt petrolü gerçeği.'

Yazı, şöyle anons ediliyor okurlarına: 'Türkiye'de mevcut hükümete karşı propagandada sınır tanımayan Aydın Doğan medyası, savaşın tarafgirliğini Suriye rejiminin parasını yöneten ortağı Jamal Daniel ile birlikte yürütüyor. Amaç Kuzey Irak'taki ortak enerji projelerini garanti altına almak…'

Bilmem yeteri kadar açık anlatabildim mi derdimi?

Küçük hikâyeyi büyütmek

Uzun süredir kafamın içinde dolanan, adını koymakta zorlandığım meselenin tarifi için sonunda bir tanım buldum: 'Küçük hikâyeyi büyütmek.'

Aşağı yukarı şunu kastediyorum bunu söylerken. Türkiye'de ne yazık ki bazı kifayet yoksunu muhterisler, aslında küçücük olan hikâyelerini kocaman hale getirmeye ve kendi küçük, gündelik meselelerini toplumsal sorunların içine gizlemeye bayılıyorlar.

Seneler önce 'ekonomik anlamda çalıştığım yerden hiç memnun değilim, sizin televizyonunuzda, sizin gazetenizde çalışabilme imkânım var mı' diyen bir gazeteci ile tanışmıştım. Aradığı kariyer fırsatını 'sizin' dediği medyada bulamayınca bir başka büyük medya grubunun çalışanı haline gelmişti. Yaptığı ilk iş ise 'sizin' dediği medyayı ve o medyanın savunduğu tüm değerleri aşağılamak olmuştu. Aslında hikâye küçüktü. Bir gazeteciye iş verilmemişti. Fakat o gazeteci bu hikâyeyi büyütmüş, ele geçirdiği köşeyi kendisine iş vermeyenlere düşmanlık için kullanmaya başlamıştı.

Yine bir gazeteye mail atıp 'ben aslında çok kıymetli bir entelektüelim, sizin gazetenizde köşe yazmalıyım' diyebilen bir başka kifayetsiz muhteris, bu teklifi reddedilince başvurduğu gazetenin aslında ne kadar kötü, sığ, çapsız bir gazete olduğunu yazmaya başladı sağda solda.

Bir gazeteye mail atarak 'beni köşe yazarı yapar mısınız' diye sormanın ne çeşit bir entelektüel kalibre gerektirdiği bir başka bahis elbette. Lakin kendi yazılarının yayınlanması için uygun yer olduğunu düşündüğü gazeteye, teklifi kabul görmeyince 'çapsız', 'sığ', 'kalitesiz' demenin insan olmakla ne gibi bir bağlantısı var, doğrusu onu da bilemedim şimdi.

Bence bütün bunların altında şöyle berbat bir psikolojik önerme var:

'Aslında ben süper bir adamım da,

kimse benim kıymetimi bilmiyor.'

Hadi size başka bir öykü daha anlatayım. Seneler önce Kanal 7 televizyonunun koridorlarında dolaşırken çok sevdiğim bir yazar ağabeyle karşılaşmıştım. Hal hatır sorunca aldığım cevap şu olmuştu: 'Biliyorsun Türkiye'nin tek filozofu benim. Dikkat et. Bir sürü insan felsefe ile uğraşıyor, fakat bir tek ben felsefe yapıyorum. Yani koca ülkenin tek filozofu benim. Ama işte kıymetimizi bilmiyorlar. Akıllarına ancak birkaç ayda bir geliyorum.'

Bu 'benim kıymetimi bilmiyorlar' duygusunun delirtici bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bana 'sen iyi bir şair misin' diye sorduklarında 'ona edebiyat tarihi karar verecek' demem de bundan.


Netice itibariyle insan, başkalarını kıskanarak, onlara haset ederek, sürekli 'benim kıymetimi bilmiyorlar' cümlesini kurarak şair, yazar, filozof, düşünür, dergi editörü falan olamıyor. Yaptığın iş, ortaya koyduğun fikir, yazdığın yazı, kurduğun dize kadar kıymetin oluyor. Bugün çeşitli saiklerle engellensen bile tarih senin kıymet hükmünü verme konusunda hiç tereddüde düşmüyor. Rejim tarafından el üstünde tutulmuş, kâşanelerde, köşklerde ağırlanmış Behçet Kemal'i ya da Kemalettin Kamu'yu çöp sepetine göndermekten hiç çekinmeyen tarih, Nazım'a, Asaf Halet Çelebi'ye, Necip Fazıl'a, Kemal Tahir'e, İdris Küçükömer'e hakkını teslim etmekten başka çıkar yol bulamıyor.

Küçük hikâyeyi büyütmemek lazım... Derdin para, pul, şöhret, tanınırlık, bilinirlik ise bunu çok büyük oku-

malara, koca koca önermelere sarıp sarmalayıp paketlememek lazım. Zira o paketin yaldızları önünde sonunda dökülür ve kel başıyla kalakalır insan.

1 saat 32 dakika ya da sistem böyle

9Eylül 2015 günü, saat 09:20'de Garanti Bankası'nın Ümraniye Şubesi'ne giriş yaptım. Elimde, orada kayıtlı bir hesaptan şu kadar miktar para çekebileceğime dair imzalı, kaşeli bir evrak vardı. Şubeden içeri girdiğimde benden başka işlem bekleyen insan sayısı 2 (yazıyla iki) idi. Bastım sıra numarası veren alete. Bana 617 numaralı işlem sırasını verdi. Başladım beklemeye. Bu arada bankaya gelenler oldu. Ben beklemeye devam ederken benden sonra bankaya gelenlerin hepsi 300'lü ya da 200'lü sıralarla işlem yaptırmaya başladılar. 'Herhalde sıra bana da gelir' diyerek beklemeye devam ettim. Fakat sıra gelmedi.

Saat 09:55'te bankadaki personele durumu ilettim. Aldığım cevap şu oldu: 'Garanti Bankası'nda hesabınız yoksa sıranın size gelmesini daha çok beklersiniz.' 'Niçin sıranın bana kolayca gelmesi için Garanti Bankası'nda bir hesabım olsun ki' diye sorunca 'sistem böyle' cevabını aldım. Bu esnada bir banka çalışanı, 'sizi aradan mı alayım istiyorsunuz' diyerek kükredi. Ben de 'ne münasebet. Yarım saattir bekliyorum, sıranın bana gelmesi gerekir' dedim. Araya giren güvenlik elemanı elimdeki evraktaki kaşeden vergi numarası girip bana 200'lü bir numara aldı. Bu esnada saat 10:00 olmuştu. 40 dakikanın sonunda işlem için elimdeki evrakı uzattım. Gişe görevlisi bana bu kez 'parayı ayırtmış mıydınız' diye sordu. Bankacılıkta resmi olarak 'para ayırtmak' isimli bir işlem yok malum. Yine de sistemin böyle işlediğini bildiğim için bana o evrakı veren arkadaşımdan rica etmiştim, o da parayı ayırtmıştı sabah için. Bu sefer de aldığım cevap şu oldu: 'Kusura bakmayın, bekleyeceksiniz. Para aracımız henüz gelmedi.'

Bu noktada sitem etmeniz, kızmanız, köpürmeniz hiçbir işe yaramıyor. Aldığınız cevap standart: 'Sistem böyle.'

'Hay sizin sisteminize' deyip yeniden beklemeye geçtim. Para arabası 10:50'de geldi. Banka şubesinden çıktığımda saat 10:52 idi.

Şimdi Garanti Bankası'nın bana, aslında 10 dakikada bitecek bir işlemi 1 saat 32 dakikada tamamladığı için tam tamına 1 saat 22 dakika borcu var. Bu borcu tahsil etmek istediğimde alacağım cevabı da biliyorum: 'Sistem böyle.'

Eh, ben de ne yapayım? Yaşadığım bu rezilliği kaleme alarak herkese duyurmak istedim. Garanti Bankası'nın süper ötesi halkla ilişkiler uzmanları, muazzam kurumsal iletişim şefleri beni aradığında onlara şöyle demeyi planlıyorum: 'Sistem böyle.'
#Ant Dergisi
#zap suyu
#Zap Suyu Gençlik Köprüsü
9 yıl önce
Zap suyuna köprü
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle