Bunalmıştı. Modernizm, sadece şehir hayatıyla boğmuyordu, aynı zamanda duyguları, ruhu, derinliği, estetiği öldüren tarafıyla da onun hayatını mutsuzlaştırıyordu. Aradığı bir şey vardı.
Ankara'daki görevi, tüm bunların üzerine gelmiş, hayatı çorak bir bozkıra dönmüştü. Böyle hissediyordu.
Sonunda İstanbul'a taşınmaya, yeni bir hayat kurmaya, bu çorak, derinliksiz ve estetikten yoksun yaşamını değiştirmeye karar verdi. Şehir hayatının ve soğuk bürokrasinin en kötü örneği, gri şehir, Ankara'dan tüm görevlerini bırakarak kaçmıştı.
Modernizm karşıtı kitapları topladı. Kuramsal olarak post modernizmi anlamaya çalışırken, Marquez'in, Amin Maalouf'un romanlarında, Halin Cibran'ın hikayelerinde, şiirlerinde, Feyruz'un müziğinde geleneği, yani modernizmin karşıtını aradı.
Bir gün hüsnü hat sanatıyla ilgili bir belgesel izledi. Hattatlardan biri, 'bu çizgiler neredeyse 1400 yıllık kopmayan bir gelenektir' dedi. Başka biri ise onun aradığı cümleyi kurdu
Çok etkilendi.
Bu cümleyi kuran Hattat Hüseyin Kutlu'yu buldu. Hüsnü hattın, hiç kopmadan ve bozulmadan bin yıllık hikayesini dinledi. Modernizme en büyük meydan okuma buydu aslında. Bu sanatı öğrenmeyi ve çoraklaşmış hayatında yeşerecek bir fidan dikmeye karar verdi.
O gün Hüseyin Kutlu Hoca'nın usta öğrencileri toplanmıştı. 300 yıllık caminin tarihi kütüphanesinde bin yıldır yapılan hüsnü hatta başlama merasimi vardı.
Hoca, 'önce kamış kalemini açalım' dedi. 'Bismillah' diyerek, yanık sesli ney gibi, kamıştan yapılmış kalemi, elindeki zarif kalem açma bıçağı ile ucunu açmaya başladı. Bir sitili vardı açmanın. Bir kesme açısı, sağının ve solunun eğim oranı vardı. Kalem ağzı, öğrenci solak olduğu için ters açıyla kesildi. Açma işlemi bitince,
denir” dedi. Kalemin açılan ucunu, mürekkebi tutması için, küçük bir kesikle ortadan ikiye böldü.
Kamış kalem hazırdı.
dedi Hoca. Beyaz, A3 büyüklüğüne bir kağıt getirdiler. Yine besmele çekildi, bir küçük kutu açıldı. İçinde adına, 'likaa' denen, ham ipek ipliğin üzerine dökülmüş, siyah is mürekkebi olan hokka vardı. Kamış o hokkaya, mum isinden elle yapılmış mürekkebe batırıldı.
Sonra binlerce yıldır olduğu gibi, kamış kalem, mürekkep ve kağıdın ilk buluştuğunda yazdığı cümle dökülmeye başladı: “
(Allah'ım kolaylaştır, zorlaştırma). Kamış kalem öylesine ahenkle kağıdın üzerinde hareket ediyordu ki, sanki nihavent bir makama uyuyordu. Bu yüzden bu yazım uğraşına “
” denir. Harfler, bir çizgi değil, sanki insanı tarif ediyordu. Öğrenci, bu cümlenin hem yazımına, hem anlamına, hem de yazım merasimine o an aşık oldu. Yazı tamamlandı.
Hoca kamış kalemi, yazıyı öğrenciye verdi.
dedi.
Tüm öğrenciler dualar ve iyi niyet temennileriyle bu yeni hattat adayını tebrik ettiler.
Öğrenci 'Rabbi yesir vela tuassir' sözünü, bir gümüş levha üzerine yazdırıp bileklik haline getirdi. O günden sonra bilekliğini kolundan hiç çıkarmadı. Yaptığı her işe başlarken bu cümleyi okudu.
Hocanın kurduğu derneği ve vakfı yeniden revize ettiler, dünyaya mesajlarını ulaştıracak projeler ürettiler.
kurmak için kolları sıvadılar. Allah yollarını açtı, rahmetini eksik etmedi.