86 yaşındaydı. Çobanlık yapıyordu. Elinde plastik su borusundan bozma bir baston, bir askerden alınmış uzman çavuş üniformasının üstünü ve paçalarını çorabının içinde soktuğu yünden bir pantolon giyerdi.
12 keçisi vardı. Sadece 6 tanesinden süt sağabiliyordu. Sağdığı sütlerden yoğurt yapar, bunu da evine gelenlere ikram ederdi. İkram ettiği yoğurttan para almaz, evinde başka ikram edecek bir şeyi de genelde olmazdı.
Çocukları vardı tabii. Ancak hepsi evlenmiş, şehre taşınmış, torunları okula başlamış ve başka şehirlere göçmüşlerdi. Kendisi Taraklı'nın Mahmutlar köyünde oturuyordu. Yazları ise Karagöl yaylasına çıkar, keçilerini burada yayardı.
Karagöl yaylasına gelen ziyaretçilerle sohbet etmek en büyük ve yegane mutluluğuydu. Dertleri vardı. Sanki devri Osmanlıdan kalma, sanki harp zamanlarından kalma dertler gibiydi.
“Anlattıkça rahatlıyorum, içimde kalmıyor, iyi geliyor bana. İnsanlara iyi öğütler vermeye çalışıyorum. Belki bir faydamız olur, sözün etkisi olur, diye düşünüyorum, ne bileyim.”
Ormanın, düzlüklerin, tepelerin ve gölün etrafında sanki doğanın bir parçası haline gelmişti. Toprağa uyum sağlamış, onunla hayatı paylaşmış ve onu sevmişti. Doğa da onu, keçiler, kuşlar ve diğer canlılar gibi kabul etmişti içinde. Uyum ve ahenk içinde yaşıyorlardı.
Bir kadını sevmişti gençken. Adı Hanife. Ailesi vermemişti buna, kendinden 4 yaş büyük diye. Onlar da kaçmışlar. 'Büyük cesaret diyor' şimdi, 'ama sevdik işte, kaçtık beraber'.
Keçi sütünden yapılmış yoğurdu ikram ediyor hemen. Yapabildiği en iyi şey bu. Kendi keçilerinden sağdığı sütü, yoğurt yapmak Hanife teyzenin yaptığı en iyi iş. Gençken çok maharetliymiş, belli. Dört bacaklı bir dayanağa tutunarak yürüyebiliyor şimdi. Buna rağmen kendi işini kendi yapıyor. Başka seçeneği de yok zaten.
İnsanın yalnızlık acısını ve yalnızlığın verdiği çaresizliği onların hayatlarında görürsünüz. Konuşmak, bir yoğurdu paylaşmak, çare bulmasa da bir derdi paylaşmak, bir insan sesi duymak ve insanlarla oturmak... ne büyük nimetmiş meğer. Oysa içinde yüzerken tüm bunların, farkında değiliz değerinin.
diyor Salim amca. Mütevekkil, temiz, saf, müteşekkir. Bir gözü keçilerinde, bir gözü senin gözünün içinde, sevimli.
Tahtadan bir evde oturuyorlar. Alt katında keçileri, üst katında kendileri kalıyor. Küçük bir bahçeleri var. Bahçede elma, erik, armut, ayva ağaçları nimetlerini dışa doğru sarkıtmış.
Ortaya küçük bir masa koymuşlar. Keçi yoğurdunu o masada ikram ederler gelenlere. Muhteşem bir tadı vardı. İçinde temiz, saf bir emeğin, iyi niyetin ve aşkın tadı var sanırım.
O evde ikisi kalıyordu sadece. Hanife teyze o evin iki gözlü odasından birinde, belki de bizlerin çoktan unuttuğu ya da hiç hatırlamak istemediği bir şeyi anlattı:
Bu karmaşık, kaotik ve acımasız hayatın içinde bu cümleyi kurabilmek bize nasip olmaz. Onu ancak duru bir aşkın, saf bir sevginin, karşılık beklemeyen bir insanın kalbi kurabilir. 'Olur da yatakta uyurken ölürsek, yalnız ölmeyelim' diyebilmek nasıl da sarsıcı bir cümle.