|
Yayla adabı ve küresel hayat
Beş yıl kadar önce Çamlıhemşin'in bir yaylasından inerken fark etmiştim. Oranın yerli bir turizm şirketi yolu çoktan açılmış ve asfaltlanmış yaylaya farklı araçlarla turist taşıyordu durmadan. Yayla evleri çoktan otele dönmüş, yenileri yapılmış, hayvanların otladığı yeşilliklerde turistler geziniyordu.

Etrafımda bunun ne kadar hayırlı olduğunu söyleyen yerli ahali de vardı. Küresel hayata dahil oldukça, kendi balının, arısının, ağacının farkına varıyor ve onları pazarlayarak para kazanıyorlardı. Bal filmimizin çekimi için iki yıl içinde oranın yerlisi olabilecek kadar çok dahil olduk oradaki yaşantıya. Kimi zaman sis indi, kimi zaman hiçbir yerde görmediğimiz renklerde çiçekler açtı.

Bazen kar yağdı, heyelan oldu, kimi zaman yağmur sel derken... En toprak, en dar, en dik uçurumlu yayla yollarını tırmanırken bazen dört çarpı dört cip kullanan köylü kadınlara rastladık, bazen eski araçlarında bir yere dek hayvanlarını otlatmaya çıkaranlara. Bazen az çok yolu yapılmış yaylalarda piknik yapıp bütün çöplerini sağa sola fırlatan, hayvanları ürküten, otlatmak istemeyen başka insanlara...

Pek çoğu ise yol yapımına da HES'lere de karşıydı en baştan. Bu uğurda bedel ödemeyi göze almış dava insanlarıydı. Hayatımın hiçbir anında derenin, yeşilin, arının, çiçeklerin, gecenin, yıldızların, yağmur ve sisin şükrünü oradaki kadar eda etmemiştim.

Direnenler oranın işte bu gerçeğini yaşayanlardı. Hayat tarzı farkı filan belirlemiyordu davalarını. Sözgelimi aynı hanede yaşayan kimileri yol ve barajlara külliyen karşıydı, kimileri ise yol yapılsın da biraz biz de rahata kavuşalım diyordu. Evet yolu çoktan açılmış ve asfaltlanmış bir yayladan on dakikada inmek mümkündü. Ama talan ve rantçılığın doğayı ne hale getirdiğine şahit olarak.

Yine birkaç yıl önce yol üzerinde Loç vadisi direnişçilerini selamlamıştık ve Niksar Reşadiye Refahiye yolundan dedemin memleketi Kemaliye'ye gitmiştik. Kilometreler boyu şantiyeye dönmüş doğaya bakakalmıştım. Elbette elektrik için suyu toplamak şarttı. Çünkü direnişçilerin çoğu dahil, kimse bilgisayarsız, telefonsuz, asansörsüz kalmaya dayanamıyordu. Ama bu kadar ifrata kaçmak şart mıydı!

Rantçılık ile ihtiyaç arasında bir ahlaki ölçü, geleneksel bir edep, evrensel bir kıvam, bir zevk tutturmak, insanlık için şart değil miydi! Gözle görünce bir başka oluyordu sahiden. Fakat o zaman da, etrafa inen örgüt üyelerinin durmadan işçi kaçırdıklarını, yol ve baraj yapımına engel olmalarının çevrecilikle ilgili olmadığını söyleyen ahali de kendi başlarından geçen acı tecrübeleri anlatıyordu. Her şeyin içi vardı, içi vardı hep...

Geçen gün, bir yöremizde sürüyü otlatmak için çoban bulunamadığını işittim. Dört bin liraya dek çıkarmışlardı ücreti. Yine de bulunamıyordu kolayca. Şimdi artık çoğu büyükşehirlerin ilçesi haline gelen Anadolu kasabalarında sohbet ettiğim gençlerden de aynı şeyi duyarım hep. Burada toprağımız var, tarlamız var ama ben şehre gitmek istiyorum. Burada çok sıkılıyorum, hayat yok buralarda!

Kırda rengarenk çiçekler arasında sürü otlatan bir delikanlıya gıpta etmiş ve sohbet ederken askerden yeni döndüğünü öğrenince sormuştum: Askerlik mi iyi, burada çobanlık mı? Elbette askerlik demişti. Hayat oradaydı! Bir keresinde de bir matematik öğretmeni, kendi kasabasında ziyaretçileri yeni restore edilmiş Türk evlerinde gezdiriyordu. Ah demiştim, işte kendi geleneklerimizi, insanlığa ait evrensel zevklerimizi başkalarına beğendirme bahanesiyle kendimiz de keşfediyoruz, cumbalı evler, avlulu serin taş evler vs.. Ne güzel.

Cidden de memleketin pek çok yerinde kendi değerlerimize sahip çıkmaya ancak onu başkalarına pazarlarken başlayabildik. Yo dedi, genç matematik hocası, burada bir saat daha fazla durmak istemiyorum. Tek odada iki arkadaşımla kalmaya razıyım, yeter ki, şehre gideyim.

Yılda bir iki hafta gezme amacıyla kırda tenhada dolaşan bizler, geri kalan tüm zamanımızda asfalt ve beton arasında yaşamaktan şikayet etsek de alışkanlıklarımızı terk edemiyoruz kolayca. Zeytinliklerin satılıp beyaz eşyacı dükkanına dönüşmesini de doğal olarak kınıyor ama ardındaki karmaşık ruh halini anlamaya yanaşmıyoruz. Durmadan eleştirmek, kınamak düşüyor bizlere evet.

Vah vah, yeşil elden gidiyor, tarlalar satılıyor, hayvancılık bitiyor, sular kuruyor, memleket şantiyeye dönüyor. Direnelim. Ama direnirken mümkünse doğal hayatı yaşanmaz hale getiren sebeplerin hiçbirinden feragat etmeden! Birkaç yılda bir değiştirdiğimiz arabamızdan, memleketin her yerine bir çırpıda uçtuğumuz havayolu şirketlerinden, akıllı bina ve telefonlarımızdan, bilgisayar modellerinden vs.

Direnen köylüler bir yana, içlerinde şöyle soranlar da var: Asfalt yol sadece sizin hakkınız mı? Konforlu hayat, kaloriferli ev, sıcak su, asansör, anında internet, masa başı iş. Biz neden hayatın bu tip kolaylıklarından istifade etmeyelim!

Sahil kasabalarında turistler çekildikten sonra, rüzgarlı havalarda iskelede volta atan gençler hayalleriyle baş başa kalakalırlar. Gidemezler. Donakalırlar. Can sıkıntısı, endişe, umutsuzluk... Şimdi elbette bunun alternatifi her yere bina ve dahi Çamlıhemşin yaylalarına yol yapmak asla değil. Bir an önce de iptal edilmeli bu tip projeler. Orada yaşayanlar da gidenler de bilir. Yol ne kadar açılırsa açılsın, heyelanda yine kapanır, ağaçlar o kadar sık ve gürdür ki, sis bastığında bir yanı uçurum olan bu yollardan ancak bilenler çıkabilir.

Büyük şehirlerde 70'li yıllardan bugüne rantçılıkla, ihalecilikle toprak bırakmayan zihniyete sessiz kalıp, kendi imtiyazlı hayatlarında konforlu sitelerinde oturanların köylüleri direnişe çağırmasını ironik ve ahlaksızca bulsam da...

Çamlıhemşin'de özgün bir örneğini gördüğümüz yöresel hayatların insanlığın kadim, evrensel üslubuna sunduğu katkıyı bari bundan sonra göz göre göre yok etmeyelim. Yoksa yakında şehirler yaşanmaz hale geldiğinde sığınacağınız bir yer kalmayacak.
#HES
#Çamlıhemşin
#Niksar
9 yıl önce
Yayla adabı ve küresel hayat
Ruzi Nazar, CIA ve Türkistan
Budizm, İslam ve din özgürlüğü
Seçimi bırak sahaya odaklan
İsrail yalnızlaşırken Starbucks’ın açıklayamadığı gerçek
Sîdî Ukbe Ulucamii Müslüman Batı dünyasındaki dini yapılarının atasıdır