|
Anlayabilirler mi; zannetmem…
Daha genç bir yazar adayıydım. İlk romanımı zor şartlar altında henüz bitirmiştim ama nasıl yayımlayacağımı bilmiyordum. Beni seven ve yardımcı olmak isteyen bir akademisyen büyüğüm birkaç yayınevi görüşmesi ayarlamıştı. Kültür camiasının içine girmek zordu. (Aslında bir paralel yapı da burada oluşmuştur.) Kitabın nüshalarını buralara bıraktım. Romanıma güveniyordum. Zaten bir roman yazmış kim romanına güvenmez ki? Ama ben yine de güveniyordum.

Ben neysem, ilk romanım da öyle idi. İçimden geldiği gibi yazmış, hiçbir denge gözetmemiştim. Romanın neden geri döndüğünü (daha doğrusu geri dönememişti bile, cevap dahi vermemişlerdi) anlamaya çalışıyordum. Sonra beni bu yayınevlerine gönderen akademisyen büyüğüm açık yüreklilikle şöyle demişti: “Markar, bizimle rahat olabilirsin ama, akademi ve kültür ortamlarında inançlı olduğunu fark ettirmesen daha iyi olur…”

Romanımda sevginin ve inancın gücü ile insanlar Türkiye'de yeni ve çoğulcu bir düzen kuruyorlardı. Bundan on sene öncesinde, sonra olabilecek politik gelişmeleri kurgulamış, aslında hayalimdeki Türkiye'yi yaratmıştım. Eski Türkiye'yi yapısöküme uğratmış ve yakın tarihle de oynayarak “İşte böyle bir gerçeklik de olabilir” tezini işlemiştim. Ruhlar âlemine girip çıkan kahramanlarım vardı. Mucizeler oluyor, insanlar değişiyor, ötekiler çevreden merkeze doğru ilerliyorlardı.

Açıkçası, inancın insanların gözüne sokulmasından da yana değildim. Ancak, zaten böyle yapmazken, neden ben inançlı olduğumu gizlemek zorunda kalıyordum ki! Böyle bir zorunluluk neden vardı? Neden dindar olmak bir yargılanma, aşağılanma veya bir yarışa yenik başlama anlamına gelsindi ki? Böylelikle içinde yaşadığım sınıfa, çağa ve baskın paradigma olan modernizme daha da dikkatle bakmaya başladım.

Benim AK Parti'yle muhabbetim bu anlamda farklıdır. Muhafazakârları tanıdıkça onlarla ortak değerlerimin daha çok olduğunu fark ediyordum. Sözde laiklerin materyalistliği, inançlılara dönük içi boş cahilce kibirleri bana uzaktı. Hıristiyan/Ermeni olduğumuz için bizi otomatik olarak Batılı, modern veya jakoben farz etmeleri de ne kadar cahil olduklarını gösteriyordu.

Ne yalan söyleyeyim; ülkenin ihtiyacı olan demokratik, ekonomik ve sosyal reformların dindarlardan geliyor olması beni müthiş keyiflendiriyordu. Başını örten, eve ayakkabılarını çıkararak giren, horlanmış, dışlanmış bu insanlar Türkiye'yi ve bölgeyi değiştirirken, hem romanımda kurguladığım reformları yapıyor, hem de kimliklerinden taviz vermiyorlardı.

Recep Tayyip Erdoğan'ın mümin kişiliği, kimliğini kompleksiz biçimde taşıması, halkına özgüven vermesi sanki bunları ben yapıyormuşum gibi beni gururlandırıyordu. Bir rövanş duygusu olarak almayın bunu. Sadece adaletin yerine gelmesi olarak görüyordum. Ve öyleydi.

Erdoğan ve tabanı, tüm bu kibirli grupları, onların darbelerini ve ahlaksızlıklarını bir bir aştı. Adeta kedinin fareyle oynaması gibi onlarla oynadı ve net/meşru biçimde onları yendi. Bu başarıları elde ederken övgüyü de kendisine değil, yaratıcısına yönlendirdi. Gurura kapılmadı, intikam peşinde koşmadı. Böylelikle bir dindarın bu dünyada onuruyla oyunda kalabileceğini hepimize gösterdi. Hatta oyunu kurabileceğini de.

Romanıma ne mi oldu? Bir gazete ilanında ünlü bir yayınevinin yarışmasını gördüm ve gönderdim. Büyük roman ödülünü kazandım. Romanım hem basıldı, hem de küçük bir servet kazandım.

Olmasa da önemli değildi. Dedim ya, romanıma güveniyordum.
#paralel yapı
#Recep Tayyip Erdoğan
#Markar
#Kültür camiası
8 yıl önce
Anlayabilirler mi; zannetmem…
Bereket
Azınlığın zenginliği ile 1 Mayıs'ın yoksulluğu
Tadımlık hile
Öğrenci hareketleri: İsrail’e karşı ama düzene karşı mı?
Netanyahu’ya tutuklama tehdidi ve Amerika’nın uluslararası itibarı