|
Avrupa’nın Göbeğinde…

General Mladic: Başçarşıyı vurabilir misiniz?

Albay Vukasinovic: Olur, olur.

General Mladic: Başçarşıyı bombalayın.

Albay Vukasinovic: Anlaşıldı.

General Mladic: Doğrudan atışlarla Cumhurbaşkanlığı ve meclisi bombalayın…

Yugoslav Ordusundaki Sırpların yaptığı bu görüşme, Bosnalılar için kâbus dolu günlerin de başlangıcıydı. Olaylarla Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun ölmesiyle hareketlenmişti. İşte o tarihten birkaç yıl sonra, multi-etnik hüviyetteki altı cumhuriyet (Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya) ve iki özerk bölgeden oluşan (Voyvodina ve Kosova) bu yapının üyeleri; yavaş yavaş bağımsızlığını ilan etmeye başladı.

Konunun öncüleri Hırvatlar ve Slovenler’di. Böylece fiilen parçalanmaya başlayan Yugoslavya kendi içerisinde de karışmaya başladı. Bu duruma, en büyük tepkiyi gösteren yine Sırplar oldu. Zira Sırbistan, Yugoslavya’nın hem kültürel, hem siyasi hem de askeri merkeziydi. Başta Almanya ve AB olmak üzere birçok ülke; bu iki ülkenin(Hırvatistan ve Slovenya) hamiliğini üstlenince Sırbistan onların bağımsızlığını tanımak durumunda kaldı. Aynı durumdaki Boşnaklar için, olaylar hiç öyle gelişmeyecekti.

Sırplar; Bosna-Hersek karşısında acımasız bir tutum sergiliyor, pek çok insanın ölümüne sebep oluyordu. Nitekim durum, soykırıma kadar vardı. Aslında kimse bu trajediyi beklemiyordu. Aliya bile konu ile ilgili şöyle söylemişti: “Aslına bakarsanız içinde yaşadığımız mekân ve çağdan dolayı bir katliam beklemiyorduk. Yaşadığımız mekân: Avrupa. İçinde bulunduğumuz çağ: 20. yüzyılın sonu...”

Bosnalıların dramatik hikâyesi Osmanlı 19’uncu yüzyılın başlarında başlayan Sırp isyanlarından dolayı bölgeyi bir türlü kontrol edememesiyle başlamıştı. Zorunlu bir şekilde bölgenin denetimi, Avustruya-Macaristan’a kalmış; bu durumda en sert tepkiyi yine Boşnaklar göstermişti. “Halife Bosna’yı vereceğine İstanbul’u verseydi.” diyecek kadar da kızgınlıklarını belli etmişlerdi.

Boşnaklar; iki tercih arasında kaldıkları her dönemde, üçüncü bir seçeneği oluşturmaktan geri durmamışlardı. Mesela M.S 700’de bir grup insan, mezhebini değiştirmiş bu durum, aynı zamanda ırkların da değişimi olarak kabul edilmişti. Böylece Katolikler Hırvat, Ortodokslar da Sırp olarak kabul edilmeye başlamıştı. Bu iki kimlik arasında kalan Boşnaklar üçüncü bir yol olarak Bogomil mezhebini devam ettirmişti.

1918’de kurulan Yugoslavya, 1929’da ülke krallığa döndüğünde de Sırp, Hırvat ve Slovenler kurucu unsur sayılırken, Müslüman Boşnaklar yine istediklerini alamadılar. İstediklerini alamadıkları gibi, toprak reformuyla topraklarını da kaybetmiş; devlet dairelerinde çalışmaları engellenmeye başlamıştı.

Tito’nun ölümüyle hâkimiyeti ele geçiren Sırplar, Yugoslavya’nın dağılmasını engellemek amacıyla bağımsızlığını ilan eden Boşnaklara yine iki seçenek sunmuşlardı: Ya büyük Sırbistan’ın bir parçası olacaklardı ya da yok olup gideceklerdi. Ama Boşnaklar yine üçüncü yolu seçerek direnişe geçtiler. 20 Haziran 1992’de Başkomutan Aliya İzzetbegoviç kumandasında savaş ilan eden Bosna, tam dört yıl boyunca mücadelelerini sürdürdü.

Aliya; düzensiz birliklerle yapılan mücadelede bütün Bosna-Hersek vatandaşlarını ülkelerini savunmak üzere askere çağırdı. Bosna; önce düşmanlardan ele geçirilen silahlarla sonra da çeşitli yardımlarla direnişe devam etti. Ancak ortada büyük bir sorun vardı: Havaalanı, Birleşmiş Milletler’de dolayısıyla Sırpların kontrolünde olduğu için gelen insani yardımlar Bosna’ya çok zor ulaşıyor ya da hiç ulaşmıyordu. Bunu engellemek için bir tünel yapma fikri ortaya atıldı ve işe başlandı. Tünelin yapımı tam 5 ay sürdü. Bu başarı aynı zamanda umudun da adı olmuştu.

Bir süre sonra Hırvatlar da Boşnaklara karşı savaşmaya başlamıştı. 1993’e gelindiğinde Mostar köprüsü de mücadeleye karşı koyamayarak yıkıldı. Bütün olumsuzluklara rağmen, Boşnaklar yılmıyordu. Ama Sırplar, Birleşmiş Milletler kontrolünde Srebrenitsa’da sekiz bin sivili öldürdü. Bu durum; İkinci Dünya Savaşından sonraki en büyük sivil katliamı oldu. İşte bu yüzdendir ki Henry Levi’ye göre bu, sadece Bosna için değil; aynı zamanda Avrupa kültürü için de ölüm kalım savaşıydı. Bu yüzden, O, Avrupa’nın Saraybosna’da öldüğünü ilan etmişti.

1995’te Boşnakların ardı ardına saldırılaryla Saraybosna kuşatması yarılmıştı. Bu esnada savaşın galibi belli olmadan sonucunu belirlemek isteyen ABD devreye girdi ve tehdit ve şantajla karışık şu teklif sunuldu : “Dilerseniz bu antlaşmanın (Dayton Antlamasıyla ülkenin yüzde 51’i Boşnaklara; yüzde 49’u ise Sırp ve Hırvatlara verilmesi) temelini kabul edin, bu durumda ABD size gereken desteği verecek ve bu barış antlaşmasının arkasında duracak. Aksi takdirde, Saraybosna'ya dönüp önümüzdeki 10 yıl savaşmaya devam edersiniz.”

Aliya için elbette böyle bir barış zordu. Çok zor bir ikilemde kalmıştı. Kendisini çarmıha gerilmiş gibi hissediyordu. “Bu
adil bir
barış olmayabilir; fakat süren
bir
savaştan daha iyidir.” diyerek anlaşmayı imzalamıştı. Ardından bağımsız bir devletin Cumhurbaşkanı olarak Avrupa’nın göbeğinde Avrupalılara şöyle seslenmişti: “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptı. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına…”

Zaten insan, hak ve hürriyetleri konusunda dillere pelesenk olan “…Avrupa'nın göbeğinde...” diye başlayan cümleler genellikle sorunlu bitiyordu. Çünkü insanoğluna yapılan en büyük zulümler tam da buradan geçmiyor muydu?

#Avrupa
#Bosna
6 yıl önce
default-profile-img
Avrupa’nın Göbeğinde…
‘Beşikten mezara kadar ilim’
Sarhoştum, hatırlamıyorum
Suçlu kim?
Vergi artışı yerine yapılacaklar
Gazze’deki soykırıma ‘istisnaî’ kılıflar..