Efendim Osmanlı zamanında da böyle olmuştur. Öyle herkes elini kolunu sallayarak İstanbul'a gelip yerleşemezdi.
Diyelim Rumeli'nden bir berber gelmiş, bir mahallede dükkân açmak istiyor. Önce mahalle halkına soruluyor “Bir berbere ihtiyacınız var mı?” “Yok” denirse, adama “Hadi sen geldiğin yere git” denilerek onu İstanbul'a almıyorlardı. “Evet bir berbere ihtiyacımız var” denirse, o zaman berberin ahlâkı, ailesi soruşturuluyor, kötü bir sicil çıkarsa adam yine geri gönderiliyordu. Adamın ahlâkı iyi ise bu defa mesleğinde nasıl diye imtihan ediliyor; ehliyeti ve liyakatı yerinde ise o berbere dükkân için izin veriliyor, adam mahalleye böylece yerleşiyordu.
Yine Osmanlı döneminde İstanbul üç idari bölgeye bölünmüştü. “Sur içi” dediğimiz nefsî İstanbul” Eyüp ve Üsküdar.
Zaten bu kanunun nasıl yapılacağı, İstanbul'un nasıl yönetileceği zorlu bir mesai istiyor. Birçok mesele kangren olmuş durumda.
Bazı aklı kıt, güzellikten anlamayan, yontulmamış zevat bunu israf olarak yorumluyor, bu gibi sözleri ciddiye almamak lazımdır.
Atasözü tersine döndü: Yapmak kolay, yıkmak zor. Bakın Perşembepazarı'ndaki birkaç bina orada birer çürük diş gibi duruyor. Ötekileri yıktılar, bunlar neden duruyor?
Bu gökdelenlerin bir kısmı meskun mahalde olduğundan, yüksek binalarla alçak eski binalar arasında tezat oluşuyor, estetik yoksulu melez bir yapı gözümüzü tırmalıyor.
Bu günkü anlayış “bunların hepsi” yönünde gidiyor.
Yukarıdan beri anlatageldiğimiz meselelerin ötesinde, onlardan daha mühimi, şehrin dış görünüşü, mekânı vb. değil o şehrin sakinleridir. Onların hayat tarzı, kültürleri ve şehre neler kattıklarıdır. Yahut şehri nasıl yağmaladıkları. Bu ise başka bir yazının konusu.