|
Ali Bulaç ve iki mesele

Aslında bugün kültür-sanat yazısı yazmalıydım.

Ama "Ali Bulaç" adının zihnimde doğurduğu iki sorundan yazarak kurtulma niyetim daha baskın çıktı:

Birincisi, mühletim daraldığı için kul hakkı yüklenmemeye daha çok dikkat etmek zorundayım. Bu manada son bir iki yazımda Ali Bulaç hakkında yer yokluğu nedeniyle meramımı açıkça anlatma imkanından mahrum olarak ondan ima ile bahsedişimle vebal üstlenmiş olabilirim.

İkincisi: Ali Bulaç"ı son yazılarında ve bir söyleşisinde öne çıkan iki doğru hususta "kardeş" olmanın getirdiği bir yükümlülükle onların daha doğrusunun bulunduğunu söyleme ihtiyacındayım.

Birinci durum için şunları net olarak öncelikle beyan etmeliyim:

Türkiye"de düşünmeyi düşünmeye talip olmanın bedeli siyasi sapmaları hatta taraf değiştirmeleri gerektirebilir. Oysa ki gerçekte ne bir sapma vardır ne de bir taraf değiştirme. Fakat gündelik siyasete göre işleyen ve onun şartlarına göre oluşan hakim kısır düşüncenin yoğun etkisi altında olanlar bunu bir "dönme, mahalle değiştirme" durumu olarak algılar ve algılatırlar.

Örneğin merhum Necip Fazıl, "motor gücü" olarak gördüğü Ülkücülere destek verdiğinde Sebil gazetesinin manşetine taşıdığı "in ve hara" merkezli eleştiri söz konusu algıyla yapılmıştır. O tepki, Necip Fazıl"ın yeni İslamcı düşüncenin kurucularından olması nedeniyle kısa sürede etkisizleşmiş ama yine de ona karşı birçok insanda bir burukluğun doğmasına ve sürmesine neden olmuştur.

Elbette Ali Bulaç Necip Fazıl değildir, yaşadığımız şartlar da o şartlar değildir. Bugün 40 yıldır İslamcı düşüncenin altını oyan, kendine yer açmada İslamcıları etkisizleştirmeyi zorunlu gören paralel bir yapıyla ve buna karşı tavır alma zorunluluğuyla yüz yüzeyiz.

Son yedi ayda yaşadıklarımızla artık "acaba" diyecek "uhuvveti" gözetecek durumda değiliz. Çünkü içeriden ve dışarıdan ağır bir saldırı altındayız. Üstelik bu saldırının ve onları tertip edenlerin ahlaki bir sınırı da yok.

Bu noktada Ali Bulaç"ın "acaba" demesi ve bunu gerekçelendirmesi kendi sorunudur. Biz bundan dolayı Ali Bulaç"ı açıkça "ben paralelciyim" demediği sürece şüphelerinden dolayı dönmelikle, mahalle değiştirmekle itham edemeyiz.

Onun yerli İslamcı düşünceyle ilgili müktesebatı buna engeldir ve halen benim kuşağımdan eli kalem tutanlarımız arasında o müktesebattan beslenmemiş kimse de yoktur.

İkinci husus ise birebir Ali Bulaç"ın şüpheleriyle ve bunu dile getiriş tarzıyla ilişkilidir. Burada onlardan sadece ikisine değineceğim:

İlki "Çanakkale" meselesi.

Ali Bulaç, Ak Parti iktidarında düşünme üzerine düşünenlerin iktidarın içine çekilerek etkisizleştirildiğini, bu manada Çanakkale"de kaybedilen diri bir kuşaktan sonra bin bir zahmetle yeniden diriltilen yeni kuşağın da harcandığını söylemektedir. Ki, bu ilk bakışta haksız bir söyleyiş de değildir.

Ancak buradaki şu ciddi çelişki dikkate değerdir: Bir İslamcı iktidara hizmeti seçtiği için "yitirilen" olarak nitelenirken, paralelci birinin iktidar sayesinde yapıştığı koltuktan uzaklaştırılması zulüm olarak nitelenmektedir. Diğer bir söyleyişle sanki İslamcının iktidarın dışında durması, paralelcinin ise iktidardan pay alması hak edilmiş bir durummuş gibi gösterilmektedir.

Ali Bulaç da çok iyi bilir ki, Ak Parti ile İslamcıların ilişkisi Mehmed Akif ve arkadaşlarının iktidarla ilişkisinden çok da farklı değildir. Ayrıca bugün iktidarla bütünleştikleri için kaybolanlar, kaybolmaya yazgılı olanlardır ve onların kaybolması İslamcılığın bir kaybı olamaz çünkü İslamcılık kemiyet üzerine değil keyfiyet üzerine işleyen bir harekettir.

İkincisi kültürel seviyedeki düşüştür.

Kültürel seviyedeki düşüş de bir vakıadır ve malum gelişmelere bağlı olarak sloganlarla yönlendirilmeye hazır bir topluluğun bulunduğu da tartışma götürmez.

Ancak bunun faturasının Ak Parti"ye kesilmesi bana mümkün görünmemektedir.

Çünkü, "Hizmet Örgütü"nün yıllardır düşünmeden muaf bir yığın yetiştirme çabasının sonuçları çok açık bir şekilde ortadadır.

Buna bağlı olarak paralelci zamane yazarlarının MİT kalkışmasından bu yana ürettikleri iftiraya, sövgüye, hakarete, saygısızlığa, densizliğe dayalı dilin aynı düzeyde bir cevabı dayattığı da malumdur. Çünkü "bilgi bilinene, bilinenin üzerinde bulunduğu hale göre ilişir."

Ali Bulaç, paralelciler çirkin dile tevessül etmeye başladıklarında kendilerine ısrarla "susun ki, susalım; açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü" denildiğini unutmuş olamaz. O halde dile ilişkin bir seviye düşüşünden söz ettiğimiz yerde bu düşüşün asıl muhataplarını da doğru belirlemek zorundayız.

Sonuç olarak, üzerinde durduğum bu iki husus, Ali Bulaç"ın Hizmet Örgütü"ne göstermek zorunda hissettiği vefanın bir gerekçesi olamayacağı gibi, bunları dile getirişindeki tarz ve ısrarı da ahlaki bir zorunluluktan kaynaklanıyor olamaz.

Yukarıda belirttiğim gibi (en azından kendi adıma, zorunlu şartları tam tahakkuk etmedikçe) Ali Bulaç"ı itenlerden olmayız ve temenni ederiz ki, Ali Bulaç da yanlış çekimlere kapılarak ille de bizi itecekse bile "doğru itebilme" gücünden yoksun kalmasın.

twitter.com/OmerLekesiz

10 yıl önce
Ali Bulaç ve iki mesele
İsmailağa buluşması
Nezahet, Zarafet ve Nezaket...
İmalat PMI, kredi kartı harcamaları ve Fed
Kim bu çılgın tüketiciler
Yıl 2030: Sokak köpekleri simülasyonu