|
Sanatta Türk tarzı

Rabbimizin bana nasip kıldığı imkana, istihkaka ve istidata göre son on beş yıldır, Akdeniz'in dört yönünde Müslümanların vurdukları mühürleri ve dolayısıyla (Din eksenli olarak) ecdadımızdan kalan maddi kültür varlıklarının (sanatın) izlerini sürmeye çalışıyorum.



Kimi notlarımı bu sütunda zaman zaman paylaşsam da, tanıklığımı derli-toplu olarak henüz kapsamlı bir yazıya (kitaba) aktar(a)madım.



Çünkü “şurayı da gördüğümde tamamdır” diyerek yaptığım her yeni seyahatte, ilk keşfettiğim şey, eksiklikteki tamlık, diğer bir söyleyişle, Müslüman sanatlarını ihata etmenin imkansızlığı oluyor.



Nasıl böyle olmasın ki?



Müslümanların ayak izlerini sürmek dediğimizde, ilkin Endonezya / Bali'den, İspanya / Toledo'ya; Doğu Türkistan / Kaşgar ile Özbekistan / Taşkent'ten, Arnavutluk / Berat'a; Yemen / San'a'dan, Sudan / Hartum'a kadar bir insan ömrünün gezmeye, gezmesi mümkün olsa bile, haklarında sağlam bir görüş oluşturmaya güç yetiremeyeceği kadar geniş bir coğrafyadan söz etmiş oluyoruz.



Sonra, aynılık (tevhit düşüncesi) içinde yer almalarına rağmen, ırki nedenlerle, görme ya da işitme öncelikli kültürleri, İslam dışı kültülere açıklık ya da kapalılık düzeyleri nedeniyle kendi içinde farklılaşan üsluplardan da söz etmiş oluyoruz.



Öte yandan, Oleg Grabar'dan Robert Hillenbrand'a, Titus Burckhardt'dan Roger Garaudy'ye kadar, İslam sanatı üzerine çalışmaları bulunanların, yukarıda belittiğim problemleri de içkin olarak, bugünkü İslamî kamunun tereddütsüz izleyebileceği, en azından yeni belirlemeler yapabilmek maksadıyla beslenebileceği bir metodolojiyi, tam tekmil olarak sun(a)mamaları ise başka bir büyük handikap olarak karşımıza çıkıyor.



Özellikle zoraki dil ve zihniyet değişimi nedeniyle daha çok “bizde” tezahür eden, Batıcılaşmış bakışın neden olduğu idrak kaymasını, gönül gözlerindeki körleşmeyi, Oryantalist bir iğvaya uğrayışlarını farkedemeyen Müslümanların, doğrusunun öyle olduğunu sandıkları materyalist, folklorik ve turistik bakışlarını bu bahiste hesaba bile katmıyorum.



Hal böyle olunca, Müslüman sanatları üzerine tanıklıklarımız, düşünmelerimiz ve konuşmalarımız, körlerin fili tasvirine benzer bir fiilde sabitleniyor.



Buraya kadar söylediklerimle pesimist bir tablo çizdiğimin farkındayım; ancak, okurlarımın çözümsüzlüğün, umutsuzluğun mü'minde yerleşik olmasını mümkün görmeyen bir anlayışın içinden konuştuğumu bildiklerinden dolayı rahatım.



Bu cümleden olarak, son Fas seyahatimde, “bizim” sanatımızın ilk eşikleri olan ve dolayısıyla onun ilk örneklerini içinde barındıran Kaşgar, Taşkent, Hiva, Semerkand ve Buhara'yı henüz görmeyişimden kaynaklanan az bir tereddütle, ama en azından Herat'ı, Tebriz'i görmemden kaynaklanan küçük bir cesaretle, Müslüman sanatlarını önce Furkanî bir tecessüsle üçe ayırarak anlamayı, yorumlamayı kolaylaştırmanın mümkün olabileceğine inanmaya başladım:



1-Fars-Arap tarzı (Bugünki İran'dan, Akdeniz sahilini sürerek Endülüs'e uzanan hat),



2-Türk tarzı (Bugünki Türkistan'dan Türkiye'ye, buradan Arnavutluk'a uzanan hat),



3-Hind tarzı (Bugünki Afganistan ve Pakistan'ı da kendine katarak Hind'ten Endonozya'ya uzanan hat).



Birinci tarzın Fars'la başlatılması, Arapların sanata olan görünür mesafeleri ve Müslüman Arap fatihlerinin saltanatta karar kılmalarından itibaren, bu yeni kültüre mahsus yapılarla birlikte ilgili sanatların Farslar tarafından oluşturulması ve (Fatımîler, İdrisîler vb.) Şii emirlikler üzerinden Batı'ya nakledilmesi nedeniyledir.



Hint tarzında ise, Budizm dahil onlarca dinin hüküm sürdüğü beldelerde, Müslümanların kendi sanatlarını ancak sentezle uygulama zorunlulukları nedeniyle, pür (sade) olmayan, bilakis mülemmalı bir sanatın hakimiyeti söz konu olabilir.



Müslümanların sanatı adına geriye en sorunsuz, en sade, esasları en sağlam sanat tarzı olarak Türk tarzı kalmaktadır.



Bu tarzın önemini, mevcut maddi varlıklardan önce, Türklerin Kelâm idraki üzerinden anlamak mümkün bulunmaktadır. Neticede bu tarzdaki sanata Müslümanca bir öz kazandıran düşüncenin esasları da burada yatmaktadır.



O halde bu bahiste, görülmesi gerekenden önce düşünülmesi gerekenin hakkını vermek, daha elzem olsa gerektir, ki, bu maksatla şu iki eseri, en yakın yol olarak işaret etmek istiyorum:



1-Yalçın Koç, Anadolu Mayası – Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme (Cedit Yay., Ankara)



2-İhsan Fazlıoğlu, Akıllı Türk Makul Tarih (Papersense Yay., İst.)



Ancak, Müslüman sanatında Türk tarzına hayat veren Kelâmi idraki öğrendikten sonra, artık Kur'anî bir tefekkürle diğer iki hattın da daha kolay anlaşaılabileceğini, ilgili eserlerin daha kolay değerlendirilebileceğini umuyorum.



Kendimizi bilmezsek, bizi bilmemiz başka nasıl mümkün olabilir?




#Türk tarzı
#Fars-Arap tarzı
#Hind tarzı
#İhsan Fazlıoğlu
#Akıllı Türk Makul Tarih
8 yıl önce
Sanatta Türk tarzı
Zamanda ve mekânda bir uyanış: Sîdî Ukbe Ulucamii
19 Mayıs’a 10 gün kala…
Uluslararası doğrudan yatırımları çekmek
Enflasyon, döviz kuru beklentileri ve CDS
İsrail ve Batı’nın çifte standardı