|
Bu masum yazı nedeniyle yargılandım

28 Şubat badiresini en hafif yara bereyle atlatanlardan biri bendim. Öyleyken, bize de aylarca kan kusturdular. O tarihte gene bu gazetede, Yeni Şafak'ta köşe yazıyorum. Haftada bir veya iki gün A. Gaffar Taşkın imzasıyla ve Yaşadığımız Günler sütun başlığı altında yazıyorum. Diğer günler de kendi adımla yazıyorum. Milletvekili seçiminin ardından 3 Mayıs 1999'da TBMM açılmış, Merve Kavakçı da Fazilet Partisi Milletvekili olarak Meclis salonuna başı örtülü olarak girmişti. Bülent Ecevit'in öfkeli bir konuşması ve “Bu kadına haddini bildirin!” çağrısı üzerine DSP sıraları gümbürdemeye başladı. Ve sonunda Kavakçı'ya yemin ettirilmeden dışarı çıkmak zorunda bırakıldı.



Olaydan beş gün sonra ben KÂBUS başlıklı bir yazı kaleme aldım. Bu yazı, aslında soyut bir kâbusu dile getirmeye çalışıyordu. Yazıda TBMM'nin, hükümetin adı geçmemekle birlikte bir komutanın (adı bende saklı, ama kanıtım olmadığı için ad vermiyorum) talimatı üzerine hakkımda ağır cezalık bir dava açıldı. Eski Ceza Yasasının 159. Maddesine göre 2 yıla kadar ağır hapsim isteniyordu. Yazının, benim bu açıklamamdan bağımsız olarak okunması gerekiyor. İşte o yazı:


Yaşadığımız günler / A. Gaffar Taşkın

Kâbus

O anlar, benim için kâbus gibi bir şeydi. Birileri ayağa kalk­mış, el çırparak: “Dışarı! Dışarı!” diye çığrışıyor. Öbür tarafta başka birileri, bu protestoyu protesto etmek isteyenleri teskine uğ­raşıyor, birileri ayağa kalkıp kürsüye yürüyor, kürsüyü kuşatma altı­na almaya çalışıyor, bir başkaları bunu önlüyor, öte yandan birkaç ki­şi de, bütün bu olan bitenlerin yöneticisi konumunda duran şahsa yönelip ondan bazı taleplerde bulunuyor ve fakat talepleri, anlaşılan, olumlu karşılanmayınca, aralarından biri kürsüye çıkıp önceden hazır­ladığı bir metni sinirli bir eda ile okumaya savaşıyordu. Tam bir kâ­bus havası yaşanıyordu. Hayır, kriz değil, kâbus.. Kürsüye fırlamış elindeki kâğıdı okumaya savaşanı engellemesi gerekenlerden çıt çıkmı­yor, bilakis sanki orada meşru bir iş yapılıyormuş gibi durup ona bakı­lıyor, dahası belki de dinleniyordu, işte o anda, Napolyon Bonapart'a atfen anlatılan bir menkıbeyi hatırlamaya başlıyorum. Rivayete göre, Napolyon, Fransız Millet Meclisi'ni tek başına işgal etmiş ve tek ba­şına, yüzlerce milletvekilini tutuklamış. Olay şöyle gelişmiş: Napol­yon, her nasılsa aniden Meclis'in toplantı salonuna dalmış. Milletve­killeri yerlerinde oturuyormuş, salona dalan Napolyon, seri ve kararlı adımlarla kürsüye yönelmiş, belinden tabancasını çıkartmış ve hâkim bir tonda: “Hepiniz ayağa kalkın!” diye emretmiş. Milletvekilleri de, ne olduğunu anlamadan, büyülenmiş gibi ayağa kalkmışlar. O esnada, Napolyon'un ikinci emri duyulmuş: “Şimdi, birerli kolla dışarıya çıkın!” Teker teker dışarıya çıkan milletvekillerini, dışarda bekleyen Napolyon'un yaveri hepsini kelepçeleyip tutuklamış.



Olur mu böyle şey denir mi? Olmuş. Benim yaşadığım kâbus aslın­da bundan daha vahim. Yukardaki kargaşayı tertipleyenlerin hedef aldı­ğı kurban da o ortamda terkedilmiş duruyor. Ona sahip çıkması gere­kenler, yalnızca seyirci konumuna çekilmişler. Sahip çıkmaya korkuyor­lar. Çünkü karşılarında ceberut tavırla duran birileri var. Ama zaten kâbusun özelliği budur: kişi, iki tehlike arasında sıkışıp kalır. İle­riye gitse bir belâ, geriye çekilse ayrı bir belâ.. Ama onların bir mis­yon üstlendikleri düşünülüyor: kurban olarak ortaya sürülen genç kızı, onlar ortaya sürmüştür. Ama işi zorda görünce, ona sahip çıkmayı reddediyorlar. Karşı atağa geçmeyi, ortalığın büsbütün karışacağı gerekçesine sığınarak reddediyorlar. Oysa onların “gözünün kirişi” kırılmıştır. Yani bir kez dayak yiyince,

ikinci bir dayaktan ürküyor; ikinci kez dayak yemektense pısmayı tercih ediyor. İyi de, madem pısacaksın, o meydanda işin ne? O kurbanı barbarların eline teslim etmenin sebebi hikmeti ne? Ama söylüyorum işte: bütün bunlar bir kâbus ortamında cereyan ediyor. İnisyatifi ele geçiren bırakmıyor ve inisyatifi bir kez kaybeden bir daha onu ele geçiremiyor.



Bir kâbustan kurtulmanın yolu, ancak o kâbustan uyanmakla mümkün olur. Kâbusun içinde kalarak kâbustan kurtulmanın imkânı yoktur. Bilakis kâbus içinde kâbustan kurtulmaya çabalamak, kâbusun şartlarını ağırlaş­tırmanın yolunu açık tutmaya yarar. Yaşanan olayın bir kâbus olduğu kabul edilirse, ondan kurtulmak da kolaylaşabilir. Ama kâbus içinde kâ­bus yaşamak da olmayacak işlerden değildir. Uyanılan ikinci kâbusta ve­rilen telefatın hesabının yapılması, yeni bir kâbusun yaşanmasına da yol açabilir.



(Yeni Şafak, 7 Mayıs 1999 Cuma)







#28 Şubat
#TBMM
#DSP
7 yıl önce
Bu masum yazı nedeniyle yargılandım
Siz bunun adına "demokrasi" mi deyirsiz?
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü