|
Kim olduğunu unutma!

İnsan kim olduğunu unutuyor bazen. Bu dünyaya ne için geldiğini, nereden geldiğini, buradan nereye gideceğini unutuyor. Nisyanla akrabalığımız kelime köken birliğinden çok öte.



Mânâ boşluk kabul etmiyor. Kim olduğumuzu unuttuğumuz an kendimizi bir başkası zannetmeye başlıyoruz. Başkalarından ve başka şeylerden yeni kimlikler icat ediyoruz kendimize. Bazen kendimizden bir başkası oluyoruz, bazen de insandan başka bir şey.



İnsanın insandan başka bir şey olması ifadesi garip gelmesin. 'Ne ile varım' diyorsa, insan odur zira 'ne olmadan olamam' diyorsa ondan ibarettir.



Hakikatte kim olduğumuzu gösteren bir gözlük icat edilse, onu takıp şöyle bir yürüyüşe çıkıversek, yanımızdan geçen insanları nasıl görecektik kim bilir?



Bir banka hesap cüzdanının karşı kaldırımda kibirle yürüdüğünü düşünsenize... Yahut yanınızdan galeriden yeni çıkmış fiyakalı bir araba logosunun, üstüme çamur sıçrayacak korkusuyla usul adımlarla geçtiğini. Az ileride bir şoför, yaslandın mı içine gömülüverdiğin cinsten deri bir koltuğu, arka kapıyı açarak içeri buyur ediyor olsa...



Bitmez ki canına yandığım! Alışverişe çıkmış elbiseler, kahvesini sipariş eden diplomalar, köşeden endamla kıvrılan makyaj malzemeleri, kredisi henüz bitmediği için topallayarak yürüyen evler, bilmenin ötesine geçip bir türlü olmadığı için karşı bankta ay sonunu bekleyen emekli ihtiyarlar gibi pinekleyen kitapçıklar, daha neler ve neler...



Kendimizden başka bir şey olmak meselesi böyle, bir de başka birisi olmak var ki onu ifade sadedinde sanırım şu cümle kâfi gelir:



O kadar bir başkasıyız ki kendimizden; olduğumuz kişi ile olduğumuzu zannettiğimiz kişi oturup bir kahve içelim deseler, kavga etmeden kalkamazlar masadan.


Bir de olmamız gereken kişi var. Olalım diye yaratıldığımız, olmazsak olmayacak kişi. Öyle ya, 'ne ile varım?' sorusuna; 'kulluğumla varım' cevabını veremiyorsak varlığımızın ne anlamı var? Giderken burada bırakacaklarımız değil, yanımızda götüreceklerimizdir bizi insan kılan. Her şeyimizi çekip elimizden alsalar ortada yine de bir insan kalıyorsa insanızdır. Kendisinden makamı, güzelliği, parası, markalı şeyleri ve daha bilmem neleri çıkınca geriye insan suretinde bir ceset yığını kalanları ne diye tarif edeceğiz?



Yazı şimdi başlıyor işte. Ne demiştik: İnsan kim olduğunu unutuyor bazen.



Hemen düzeltelim o halde; 'İnsan kim olduğunu hatırlıyor bazen.'



Bize kim olduğumuzu, niçin ve nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi hatırlatan zamanlar, mekânlar ve insanlar var. Onların kadrini kıymetini bilmeli.



Fırsat elde iken onların aynasında varlık sebebimizi seyretmeli. O sebebin hakkını vermeye gayret etmeli. O kadar ki; insanın hakikatte kim yahut ne olduğunu gösteren bir gözlük icat edilse ve birisi o gözlüğü takıp yanımızdan geçse bize bakınca gördüğü bir insan olsun.



Regaib Kandili'ni yenice geride bıraktık. Zamanın kandilleri bir fırsat, kim olduğumuzu hatırlamak için. Onların ışıltısı altında her şey berraklaşıyor ve âmâlar görmeye, görenler fark etmeye, fark edenler dert etmeye başlıyor. 'Bu gün kandil, içmeyeceğim' diyen bir şaribü'l-leyli ve'n-nehar, en az kandil simidi kadar haber vermez mi bize nurdan ışıltısıyla bir gelen olduğunu?



Kendisine uzanan yolların kandil kandil ışıltıyla aydınlandığı Ramazan ne güzel bir menzil, ne harikulade bir mevsimdir kim olduğumuzu hatırlamak için. Malı mülkü, çoluk çocuğu, makamı mansıbından benim diye bahseden insana emanet şuurunu taşır Ramazan. Elimde duran bir bardak su bile benim değilmiş der insan kavruk dudaklarıyla, meğerki iftar ola! Oruç, taşıdığı bu şuurla insana yüklendiği emaneti hatırlatır. Bu emaneti taşıyabildiği nispette insan olduğundan haber verir. İnsandan ihsana giden şuuru, sahurlar ve iftarlar boyunca insanın sadrına şiir gibi yazar Ramazan. Teravihler kâğıdı olur bu şiirin, mukabeleler kalemi, fitre ve zekâtlar kafiyesi...



Mekânın insana kim olduğunu hatırlatması bahsinde bütün mekânların iki güzide baş tacı, bize bizden haber verir: Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere...



Üstünüzdeki bembeyaz ihram, oruçlarca yazılan şiirin tamamlayıcısı gibidir. Saçınızdaki teli bile ihramı çıkarmadan koparamayacak oluşunuz; sizi size emanet olanlara 'benim' demek zemininden, 'ben bile benim değilmişim' göğüne yükseltir.

Tavaf, nereden geldiğinizin aşk içre yâdı gibidir; sa'y, nerede olduğunuzun telaşlı ve mütevekkil ihtarcısı; Arafat, din gününü andırışıyla nereye gideceğinizin mahşer beyazına bürünmüş temrini.



Medine-i Münevvere ferahlığı... İşte onun tarifi yok. Bu cümleyi yazarken teheccüd ezanının sesi gelmeye başladı Mescid-i Nebevî'den. Ferahlığı bana bırak ben tarif edeyim der gibi... (Yazı bitse de yetişsem...)



Mekânlara sûrelerden bir isim verilse, Medine-i Müneverre'ye en güzel yakışanı 'İnşirah' olurdu galiba. Yahut 'Duhâ'... Dudaklarınızı topuklarınıza yapıştırıp belki O'nun ayağı buraya da değmiştir hayaliyle toprağına basacağınız ve denk geliverecek bir buse ile insan olmanın ne demek olduğunu âlemler ve rahmet sırrınca size fısıldayacak yegâne diyar; Medine...



Mekke haykırır; ötelere âşina değilse kulaklarınız, baştan ayağa kulak kesilirsiniz, zar kesilirsiniz, patlarsınız, o haykırıştan ibaret kalır bütün varlığınız da yine hiç bir şey duymazsınız. Medine bir fısıltıdır, bir rahmet esintisi, çorak Yesrib toprağını ferahlık gülzârına tebdil eyleyişiyle inşiraha remz olan bir fısıltı.



Sağır bile olsanız, içinize bir sabâ meltemi gibi süzülen o fısıldayış, size Mekkeli bir çağrıyı önce hatırlatır, sonra kadim âşinası olduğunuz sırra kulak eyler bütün ruhunuzu da, duyduğunuzu fark etmeden duymaya başlarsınız.

Mademki o Medine'sine Mekke'den gelmiştir, o halde onun münevver beldesine uğramayan hiç bir yol O'nun Rabbinin mükerrem beldesine çıkamaz.


Zaman ve mekânın kendisi hürmetine yaratıldığı güzeller güzelinin hicretinde; dize dayanan bir diz, kalbe bağlanan bir kalp ve dilini damağına yapıştıran ikinin ikincisinin sıdk içre 'Allah' deyişi ile insana kim olduğunu hatırlatanlar silsilesine insan girer.



Zaman ve mekândan sonra insan... Ancak zaman ve mekânın da 'levlâk' sırrından pay sahibi olduğu düşünülürse; önce insan, zamandan ve mekândan çok daha önce.



Yüzü görüldüğünde Allah'ı hatırlatan sadıklar... Zamanın kendisiyle anlamlı, mekânın kendisiyle şerefli olduğu zâtlar...



Kulluğumuzla insanız biz. Arada perdeler var, bize kim olduğumuzu unutturan perdeler... Kendimize çektiğimiz kendimizden perdeler...



'Kulla Allah'ın arasına niçin giriyorsunuz?' sualine cevaben; “Kul bir tek Resulullah'tı” (s.a.s) buyurmuş bir Allah dostu.



O perdeleri aralamak için orada olana, arada ne işin var değil; ille bir şey denilecekse hoş geldin denilir.



Ey! Celîl'e nazargâh olan gönlüyle aynaların kendisinden utandığı güzel; bana kim olduğumu hatırlatmaya hoş geldin.

#Medine
#İnsan
#Regaib Kandili
#Ramazan
7 yıl önce
Kim olduğunu unutma!
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit
İstanbul’da bir Yemenli âlim: Abdülmecid el-Zindanî