|
“Sancak Düştüğü Yerden Kalkar”

Bu fehvaya kendimi bildim bileli meftunum. Düşen sancağın ne kadar muazzam bir tasavvurun remzi olduğunu idrak ettikçe artan bir muhabbet; sancağın nasıl ve niçin düştüğünü bildikçe ciğer yakan bir hüzünle meftunum. O sancağın niçin kalkması gerektiğini, bazen yaşadığı travmalar ve uğradığı inkisarlar sebebiyle milletimin yitirdiklerini görmekle bazen bütün bir ümmet coğrafyasının bahaneleri başka başka ama sebebi hep bir olan perişan ahvalini seyretmekle katmerlendi derdim, bir iken bin oldu.

Yirmi yılı aşkın süredir, her mecrada, baktım ki ben hep o ‘bir’i anlatıyorum; bazen şiiri bazen sohbeti bazen türküyü bazen onu bazen de bunu bahane ederek: Sancak düştüğü yerden kalkar! Ama slogan atmakla olmuyordu olması gereken hiçbir şey. Bu defa ‘nasıl’lar kemirmeye başladı beyin kıvrımlarımı, ‘niçin’le böldüm uykularımı, ‘ne şekilde’lerin ardı sıra koştum durdum, telaşla. Hem asıl olan sancağın kalkması değil miydi? Düştüğü yer teferruat... Dünyanın herhangi bir köşesinde o emareyi görecek olsak, ulvî gayenin en rezil hizmetkârı sıfatıyla dahi olsa sancağı tutan ellerin yürüdüğü yol olmaya razı olmayacak mıydık sanki?

Elbette kalbimiz elverdiğince gücümüz yettiğince düşerdik yollara, çünkü derdimiz yer değil sancaktı. Sancaktan öteydi hatta, o sancakla temsil edilen adalet, asalet, muhabbet, zarafet, letafet tevazu ve vakar, hasılı İslam Medeniyeti’nin Osmanlı yorumuydu. Yeryüzünün yalnızca mazlumlarının yüzünü güldürmekle yetinmeyecek; zulümlerine engel olmak marifeti sebebiyle zalimlerinin dahi kendisine muhtaç olduğu o muhteşem tasavvurdu.

Gel gör ki ne İslam ülkeleri içinde böyle bir iddiaya sahip olan vardı ne de böylesi bir istidada sahip olduğu zannıyla ardı sıra yürünmeye layık görülen bizden başka bir millet. Mısır zindanlarına seher güneşi süzülürken parmaklıklar ardında, Filistin’in güneşi perdeleyen duvarları dibinde, Endonezya’nın dağ başlarında, Hindistan’ın medreselerinde, Suriye’nin kana belenen toprağında, Kerkük’ün kal’ası önünde, topyekûn bir ümmet coğrafyasında biraz aklı başında ve meselenin farkında olan her mazlum, elini açtığı vakit içinden Türkiye geçen bir duaya başlıyordu: “Ya Rabbi! Türk milletine kim olduklarını bir kez daha hatırlat, hatırlat ki bitsin bu zulüm.”

Bu dua ve yönelişlerin sızısını kalbimde hissettikçe sancağın düştüğü yerden kalkacağına itimadım artıyordu ama içimdeki büyük endişeden, aklımdaki çetin sualden kurtulmam mümkün olmuyordu: Bu iş nasıl olacak?

“Nasıl olacak” diyordum, zira evladın hali ecdada hiç benzemiyordu. Onlar bambaşka bir dünyanın tutarlılık âbidesi kurucularıydılar, biz bir başkasının kurduğu dünyanın çelişki yumağı yabancıları. Biz onlar gibi değildik, dahası biz bizim gibi değildik, bizim değildik, biz değildik. Bu iş nasıl olacaktı?

Deliller buluyordum kendimce, sancağın düştüğü yerden kalkacağına dair umutlarım ne zaman kırılsa. Mukaddes emanetlerin hâlâ İstanbul’un sinesinde saklı oluşundan Topkapı Sarayı kadar büyük, hırka-i saadet kadar asil bir delil yapıyordum kendime mesela. Eğrisini doğrusunu bırakıp terennümü ciğerimi sızlatıyor ya kâfi diyerek; “Hilafet bu milletin meclisinin şahs-ı manevisinde mündemiç ey kalbim, yetmez mi” diyordum. Düşmanın, biz bizim olmayalım diye korkuyla verdiği kavga, dostun biz bizden gideli beri ümitle ettiği dua yetmez mi hüccet olarak? Ama ne yapsam ikna olmuyordu kalbim.

Bu iş bir gün elbet olur diyordu ama bizimle olmaz! Ta ki 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gecenin ufkunda güneş, asırlardır aşinası olduğumuz o şahane tebessümü ile yeniden arz-ı endam edene dek!

Toprağın altından ya yeniden boy verirse korkusuyla kökünün en ufak kıvrımına kadar hain ellerce sökülen muazzam bir ruh, nasıl olduysa unutulmuş saç telinden daha ince ve cılız bir parçacığından, o gece sabaha karşı en azından yüz yıllık bir bekleyişin, sabırsızlığın, öfkenin biriktirdiği bir gayretle, kayaları parçalayacak bir cesamet ve vakar içinde dal budak salıyordu vatan coğrafyasına. Şehitlerin kanları, evlatların gözyaşlarına karıştıkça, annelerin avuçları Türkiye’ye dönüşüyor ve Türkiye kadar bir dua, layık olamayış mahcubiyeti, lütfedilen edilen emanetin şükrüyle karışarak göğe yükseliyordu. Yaşlıların tevekkülü gençlerin cesaretiyle, dervişlerin zikri sarhoşların hıçkırıklarıyla, kadınların metaneti erkeklerin kahramanlığıyla, Kürtlerin öfkesi Türklerin azmiyle, Sünni’nin tesbihatı Alevi’nin duasıyla bir oluyor ve bu bir oluştan ufukta sadece bir güneş değil yepyeni bir Türkiye doğuyordu 16 Temmuz sabahına.

Kendisini hiçbir delille ikna etmeye muvaffak olamadığım kalbim bu kez bana dönmüş haykırıyordu: “Delil istiyordun, al sana delil! Allah’ın bu necip millet üzerinde hâlâ bir muradı var; bir bak etrafındaki insanların yüzlerine, gözlerinin içine dön bir bak! Bu gökyüzü, bu toprak, bu hava sence de bir başka değil mi bu gece? Göklerden kalplere süzülen sekineye, topraktan göğe yükselen muhabbete, soluduğun havadan ciğerine doluşan rahmete bir bak! Aklınla aradığın delili kalbin ikram etsin sana bu sabah bırak da!”

Allah’ın bu millet üzerinde hâlâ bir muradı var. Dedelerimizin yaptıkları sebebiyle mi evlatlarımızın yapacakları hatırına mı, mazlumlara merhametinden mi, zalimlere kahrından mı, ben bilmem ama Allah’ın bir muradı var!

Kalbime kulak kesilmek pek güzeldi o sabah... “Osmanlı adı her duyana lerze-resândır ” Aklımla dalga geçmek pek güzel... “Ecdâdımızın heybeti ma’rûf-u cihândır” Başımı mıhladığım şükür secdesinde gözyaşına karışan tebessüm çok şey anlatıyordu… “Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır”

Bir 28 Şubat yıldönümünde; “Bin yıllık kutlu yürüyüşümüzü düşünecek olursak 1453 mütevazı bir uğrak yeri, 28 Şubat küçük bir sinek vızıltısıdır” demiştim de bazı dostlar biraz alınmıştı.

Şimdi ise 15 Temmuz’un ilk yıldönümünde aynı fikir ve hissi, bilinmezlik ummanının biraz daha derinlerine salıp oralardan çıkardığım inciyi 249 kat irem bağı kokulu ipeklere sarıp sarmalayarak, onların avuçlarına bir gönül alma bahanesi, kalplerine bir emanet gibi takdim etmeyi borç bilirim:

Bin yıllık kutlu yürüyüşümüzde, “15 Temmuz” layık olamayışla hepten yitirdik zannettiğimiz mukaddes emanetin yeniden omuzlarımıza lütfedilip yüklendiğinin, yüzü maziye dönük en kavî ispatı ve gölgesi istikbali tutacak silinmez mührüdür!

#Serdar Tuncer
#15 Temmuz
#Darbe Girişimi
7 yıl önce
“Sancak Düştüğü Yerden Kalkar”
Muhafazakâr öfkenin manipülatif kaynağını nerede aramak gerekir?
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!