|
Batıcılar…

Görece istikrarlı veyâ kısa vâdeli, çözümü sistem içinde mümkün olan krizli devreleri geride bıraktık. Türkiye'nin yakın târihi îtibârıyla 1946-2010 arasında tablo aşağı yukarı buydu. 2010 sonrasında ise, küresel olarak derinleşen; Türkiye'yi de içine alan çok daha yapısal-çevrimsel krizlerin içindeyiz. Neticelerini şimdiden kestirmek bir hayli zor. Ama gidişâtın hiç de hoş olmadığı açıkça görülüyor. Bütün mesele bu krizleri karşılayabilme kapasitesi ile âlâkalı gözüküyor.



Krizlerin, hele hele bahsettiğimiz yapısal-çevrimsel krizlerin düşünce dünyâlarındaki etkileri de bir hayli dikkât çekicidir. Türkiye, derinleşen küresel krizi karşılarken sâdece maddî donanımını değil; en az onun kadar mühim olan fikrî donanımını da revize etmek zorunda. Şimdi buna bir bakalım…



Osmanlı'dan Cumhûriyete miras kalan fikrî sermâyemizin büyük bir “şişme” göstermiş olduğu anlaşılıyor. Bu şişme “devlet”, ”ulus” ve “sermâye” denklemindeki bir eksiklikten kaynaklanıyordu. Târihsel olarak bir avantajımız vardı. Zâten bir “devlet” birikimine sâhiptik. Devleti modernize etmek süreci Osmanlı'da başlamıştı. Cumhûriyetçiler bunu devâm ettirdiler. Ulus inşâsı ise boşluktaydı. Cumhûriyet bu yolda bir adım attı. Bunun kültürel plânda ne kadar sorunlu bir kodlama olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Seçilen kod, Türkiye'de insanların târihsel-kültürel çevresi ile kurduğu bağları tasfiye etmeye mâtuftu. Şişme önce zorlamalara dayalı olarak endoktrinasyon düzeyinde başladı. Ama bunun kadar; belki de bundan daha mühim olan esas mesele “sermâye” meselesiydi. Bir devletimiz vardı; ona bir ulus inşâ etmenin mücâdelesi de şöyle böyle devâm ediyordu. Gelin görün ki, devleti ve ulusu birbirine eklemleyecek olan “sermâye”den yoksunduk. Şişmeyi arttıran da buydu. Şişmenin ipuçlarını veren ise “Batıcılık” ve “Doğuculuk” sendromlarıydı. İlkinden başlayabiliriz…



Batıcılık gerek bir doktrin; gerek ondan daha mühimi; bir sendrom olarak zâten târihsel kopuşu öngördüğü için kendisini kendisini şişirmekteydi. Serâpa Batılılaşmayı savunanlar yine de azınlıktaydı. Bunun çok ciddî bir ontolojik kayıp olacağının farkındaydılar. Bu sebeple “milliyetçi” cereyanla bir alışverişe giriyorlardı. Bu alış-verişin tuhaf bir biçimde “Batı'ya rağmen Batılılaşmak” gibi bir iddiası vardı. Zaman içinde bâzı dönüşümler geçirdiyse de genel hatları îtibârıyla “ulusalcılık” bunun formülasyonudur.



Ulusalcı Batıcılık “Mavi Anadoluculuk” gibi yumuşak, romantik bir boyut kazanabiliyor; oradan “seçilmiş” Anadolu Batınîliğine, hattâ Orta Asya şamanizmine de ilgi duyabiliyordu. Nesiller îtibârıyla da, tipik bir baba-oğul aktarımı dâhilinde “bürokratik” bir cumhûriyetçilikten, “sosyalizan” bir cumhûriyetçiliğe evrilebiliyordu. Bu kültürel süreçlerin en donmuş mürekkep hâli CHP Sosyal Demokratlığıdır.



Ama esas kırılma; hangi Batı'nın gönderme konusu olduğu noktasındaydı. “Bürokratik Cumhûriyetçi” damar ile “Sosyalizan Cumhûriyetçi “damar zaman içinde ayrıştı. İlki ulusalcı etkilenmesini kaybetti ve NATO konseptlerine eklemlendi. Diğeri ise 47'liler kuşağından başlayarak bunu hoş karşılamadı. Anti-emperyalist bir vurguyla hareket etti. Üçüncü Dünyâcılık, Lâtin Amerika devrimciliği, Asyacılık vb tematikler doğrultusunda pozisyon almaya başladı.



Ben bunun başlıca iki alt formu olduğunu düşünüyorum. İlk form daha çok orta sınıf kentli âilelerden gelen 68'lilerde gözükür. Yakın zamanlarda, ben bu etkinin; “liberâl” temalarla ”sosyalizan” temaların harmanlandığı Lâtin Amerika Criollo tarzı milliyetçilikten geldiğini düşünmeye başladım. Onların gözünde, meselâ Castro bir Küba Aydınlanmacısıdır. Che ile Robespierre aynı kumaşın insanlarıdır.



Burada tuhaf olan bir sürekliliğin varlığıdır. Bu süreklilik onca anti-emperyalist söyleme rağmen derinden derine işleyen bir Batılılaşma imânına işâret ediyor. Lâtin Amerika etkisi, ABD'ye karşı Avrupa menşe'li, Aydınlanma'ya kesin bir bağlılığı yeniden üreten bir başka Batıcılığı imlemektedir. Buna göre Avrupa, “Kirli Batı'yı” veren ABD karşısında derin felsefî gelenekleriyle “Temiz Batı”yı ifâde etmektedir. Bu ayrımın maddî bir temelinin de mevcut olduğunu görebiliyoruz. Gerçekten de II. Genel Savaş sonrasında, ABD ile Avrupa arasında Eurodolar üzerinden ciddî meseleler yaşanıyordu. (Bunun elyevm devâm ettiğini de söyleyebiliriz.) Ulusalcı-sosyalizan Batıcılar için, Türkiye'nin geleceğini inşâ etmek açısından rakipsiz olan tek doktrin Batılılaşmaktır. Ama bu asla Bürokratik-Cumhûriyetçi “babaların” kapıldıkları “NATO Batıcılığı” olmayacaktır. Avrupa'da da bu baba-oğul kavgasının simetrisini yakalıyorlar ve bundan ziyâdesiyle memnun oluyorlardı. Avrupa Aydınlanması'nın 68'li dinamik nesilleri de babalarının konformist hayat tarzına, kurumsallaşmış sosyalist pratiklere isyan etmiyorlar mıydı? Kendilerini yörüngeye oturtmanın rahatlığı ile kurucu büyük önder Mustafa Kemâl'i özenle başköşeye koydular. İsmet Paşa'yı da bir günah keçisine çevirdiler. Nihâyet 1972'de CHP'nin başına Ecevit'in gelmesine de sevindiler…



İkinci alt katmanı önümüzdeki yazıda ele alacağım…


#Batıcılar
#Osmanlı
#NATO
#Lâtin Amerika
7 yıl önce
Batıcılar…
Laiklik, cumhuriyetin kurucu unsuru mudur?
Seçimi bırak sahaya odaklan
İsrail yalnızlaşırken Starbucks’ın açıklayamadığı gerçek
Sîdî Ukbe Ulucamii Müslüman Batı dünyasındaki dini yapılarının atasıdır
Randevu sistemi, kamu iletişimi ve ötesi