|
Bulanık bir siyasal dil üzerine…
Dil felsefecisi Wittgenstein'a ait bilinen çarpıcı bir tespit vardır. Wittgenstein, “İnsan dili konuşmaz; o dil insanı konuşur” diyordu. Dil, dünyâlarımızı inşa eden bir dünyâdır. Bunun manası, dilin araçsal olmadığıdır. Evet, diller insan yapımıdır. Ama bir defa şekillendikten sonra bizi şekillendiren bir güç haline geliyor. Yani, biz önce düşünüp daha sonra düşündüklerimizi dile aktarmıyoruz. Düşünme süreci dilin imkânları içinde başlıyor ve o dilin hâkimiyeti altında devam ediyor. Biraz daha basitleştirelim: Biz dil vasıtasıyla dünyâyı kurmuyoruz. Dünyâlar , başvurduğumuz dil-dünyânın içinde inşa ediliyor.

Dilin tesirleri o kadar derin ki; başlangıçtaki bütün niyetleri de dönüştürüyor. Umberto Eco'nun çok çarpıcı bir tespitiyle, dilin, kullanıcısının niyetlerini dönüştüren bir gücü var. Metinler düzeyinde Eco buna “ metnin niyeti” diyor. Mesela, yazar bir boş bir kağıdın ya da ekran sayfasının karşısına otururken, zihninde yazmaya niyetlendiği bir metin taslağı taşıyor. İş yazma safhasına geldiğinde; hele hele nihâyetlendiğinde ortaya başlangıçtaki niyetinden çok farklı bir metin çıkabiliyor.

HDP'nin “legal” söylemini dinlediğimde bunları hatırlıyorum. Özellikle lider çevresinin kullandığı; ama geri plânında “dağ” militanlığının da paylaştığını düşündüğüm özgül bir dil bu. Bilmem dikkâtinizi çekiyor mu, bu dil garip bir şekilde “Öz Türkçe” olarak tanımlanan; gerçekte ise TDK'nın “öz” havası vererek “uydurduğu” bir dil. Bu uydurulmuş –aşağılamak için değil, gerçekten de uyduranların ağzından dinlediğim için vurguluyorum- dil, esas itibârıyla kısmen tutmuştur. (Tutması bir başarıdan sayılmamalıdır. Çünkü uydurulan bir dilin tutması da sorunlu olmaktadır). Bunun böyle olması, şöyle veya böyle sâhiplenildiğini gösteriyor. Bu dili sâhiplenenler, benim neslimin çok iyi hatırlayacağı üzere Türkçe'yi, Osmanlıca “belâsından” kurtarmak isteyen ve bunu ontolojik bir mesele olarak gören Türk- ulusçu modernistleriydi.

Bu dil, zamân içinde; 68'lilerden 78'lilere ; Türk Aydınlanması'nın eksik olduğunu düşünen ve sosyalizan ideolojilere ilgi duymaya başlayan nesiller tarafından da sâhiplenildi. Ama ortaya garip bir terkip çıktı. Türk Aydınlanmacılarının dünyâsında hâlâ görece de olsa romantik, lirik ve edebî tutulmuş olsa da, bu “ideolojik” hamleyle her zaman olduğundan daha köşeli, sert ve kısır bir dil haline geldi.

Ben Türkiye'deki Sol'un çok mahdut bir kısmıyla Marksist olduğunu düşünüyorum. Çünkü Marx, en başta entelektüel bir ilgiyi gerektiriyor. Bunun asgarileri, Türkiye Solu'nun ana gövdesi ve ortalamaları için bu başa çıkılabilecek bir mesele değildi. Marx'ı daha çok sembolik bir düzeyde algıladılar ve kendilerini Stalinist ya da Maoist basitlemeciliğe taşıyan bir “uzak ata” gibi gördüler. Hattâ Marx çevirilerini bile Stalinist bir dil üzerinden yaptılar. Kürt Solu'nun “Ulusların kaderini tâyin hakkı” temelinde Leninist-Stalinist ve Maoist ideolojide bir karşılığı vardı. Bunu sonuna kadar kullandılar. Ama bahsedilen ideolojik kaynakları Türk Solu'ndan ve “uydurulmuş” Türkçe'den öğrendiler. Bu dilin bütün kültürel mirâsını da; Aydınlanmacı vesâyetçilik başta olmak üzere devraldılar.

Marx'ın felsefî-teorik farklarını vurgulamak gerekir. Ama bu mesâfe, onun Kürtçülük ve benzeri hareketlere düşen gölgesini; ya da dolaylı etkisini de görmezden gelmeye yol açmamalıdır. Marx, kapıyı milliyetçiliğe kapatıyordu. Ama başka bir bağ, Aydınlanma ile kurduğu bağ sorunluydu. Bu bağ, fazla derinleştirmeden belirtelim; zâten bir bulanıklıktan temelleniyor, ama bununla kalmıyor, başka bulanıklıklara da yolaçıyordu. Öyle bir an geldi ki, artık modern dünyâda Aydınlanma'nın ya da Marksizm'in terimlerine sığınarak milliyetçilik yapmak mümkündü. Liberâl milliyetçilikler olarak bilinen akımlar, nihâyetinde Wilsonyen prensipte somutluğa kavuşmuştu. Diğer taraftan Lenin ve daha sonra da Stalin ulusal meseleleri sosyalist terminolojiyle içselleştirdiler. Uydurulmuş Türkçe'nin savruk zihinsel ikliminde Wilsonyen “Aydınlanma” idealleriyle, Leninist-Stalinist milliyetçilik eşlendi. Zihin dünyâlarında Aydınlanma ideallerinin “aşağıdakilerden” yana tamamlanması ve bu arada “Kürtlerin” de buradan payını almaları beklentisi vardı. Sakatlıklar da burada ortaya çıkıyordu. Aydınlanma'nın; belki zorlana zorlana; ama rotasından çıkarak elverdiği “gevşek” bir ulusçuluk ile, Lenin-Stalin ikilisinin, Marx'ın bâzı çok ilkesel sınırlarını çiğneyip şekillendirdiği ve komüniteryen disiplini öngören “sert” bir ulusçuluğu uzlaştırmak ciddî bir mesele olabilir. Ama bu nihâyetinde teorik bir meseledir. Pratik siyâsette, bu teorik mesele bir kolaylığa dönüşüyordu. Stalinist sertliği, kamufle edebilecekleri; gerektiğinde yumuşatabilecekleri bir dili de yedeklerinde tutuyorlardı. Ben burada Wilsonyen sendrom ve Leninist sendromun birlikte işlev gördüğünü düşünüyorum.

Çarpık bir dilin köşeli terimleriyle, Wilsonyen-Leninist gergefte dokunan bulanıklık renkli bir dünyâ bu. Pol Potizme evrilen iç deformasyonları daha da düşündürücü. Bu bulanık “dil-dünyâda”, “demokrasi”, “yerinden yönetim”, “öz yönetim” ile estetize edilen pratiklerin somut gerçekliğini ancak bu dilin afyonlarından kurtulanlar görebilir.
#dil
#dil kuramları
#Kürt Solu
#Umberto Eco
#Marx
#metnin niyeti
#Türk Aydınlanması
#Leninist
#Stalinist
#Liberâl milliyetçilik
#öz yönetim
8 yıl önce
Bulanık bir siyasal dil üzerine…
* Erdoğan-Trump zirvesinden ne çıktı? * İçeride kimler hayal kırıklığı yaşadı? * Türkiye’de “Nuh Tufanı” bekleyen var. * Kongre üyeleri nasıl sus pus oldu? * O iki mektup iade edildi, peki niye susuyorsunuz? * Alaycı, küçümseyici kampanya ile Türkiye’yi küçük düşürdünüz.
Sığlık
Nebi ve resul farkı
AK Parti’nin en büyük eseri
“Almanlar et başında”